[Fikret Kaplan] Bediüzzaman’ın Son Yolculuğu-2

Samanyoluhaber yazarı Fiktet Kaplan 'Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin vefat yıl dönümü ' münasebetiyle bir yazı dizi yayınladı Dün birinci bölümünü yayınlamıştık Bugün de dizinin ikinci bölümünü yayınlıyoruz

SHABER3.COM

Bediüzzaman’ın Son Yolculuğu-2



Fikret Kaplan 


Üstad ile son yolculuğuna bizzat katılan ve vefat anına kadar yanından ayrılmayan Bayram Yüksel Ağabey, Üstad Bediüzzaman ile Urfa’ya yapacakları bu seyahate çıkmadan önce Tahirî Ağabey’e şöyle demişlerdi: 
‘Biz ayrıldığımızda polislere kapıyı açma, hemen yat.’
Çünkü, Polisler, Tahirî Ağabey’i ‘Hoca nereye gitti?’ diye sorguya çekecekler ve Bediüzzaman’ın ne tarafa gittiğini öğreneceklerdi.

Üstadı Urfa’ya götürecek olan araba garajdan çıktığında yağmur yağıyordu. Arabada Üstad’a refakat edenler en çok Konya Valisi’nden endişe ediyordu. Ama bunu Üstad’a belli etmemeye çalışıyorlardı. Çünkü o zamanlar gazetelerin baş manşetlerinde her gün Konya Valisi’nin:

‘Nurcuların kökünü kazıyacağım.’ diye aleyhte kin dolu sözleri çıkıyordu.
 
 Bu sebeple bütün yol boyunca şerlerin def’i için Âyetü’l-Kürsî okudular. Eğirdir’e vardıklarında yağmur çok şiddetlendi. Polis karakolunun önünden geçerken, polisler, yağmurun şiddetinden içeri girmişlerdi. Böylece Allah’ın muhafazasıyla arabayı görmediler.

Bu arada, evi gözetlemeye gelen polisler garajda arabayı göremeyince durumdan şüphelenmiş ve evi kontrole gelmişlerdi. 

Ne kadar zorlasalar da Tahiri Ağabey kapıyı açmadı. Bunun üzerine panik içinde ev sahibesine gittiler:
‘Teyze, Hocaefendi ne zaman gitti, nereye gitti, biliyor musunuz?’ dediklerinde Fitnat Hanım onları tersleyerek:
‘Ben bekçi miyim, ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya! Siz bilmiyorsunuz da ben mi bileyim?’ dedi. 

Üstad’la yolculuk yapanlar, Şarkikaraağaç’a varmadan tedbiren arabanın plakasına çamur attılar. Allah’ın inayetiyle, o yolda da kimse görmedi. Şarkikaraağaç’ı geçtikten sonra Üstad biraz kendine geldi, iyileşti. Arabadan çıkıp abdest tazeledi. 

Şarkikaraağaç’ı birkaç kilometre geçtikten sonra yolun sonunda bir çeşme gördüler. Üstad, bir taşın üzerinde namazlarını kıldı. Konya’ya varmadan evradlarını bitirdi, epeyce düzeldi.

Meram bağlarına yaklaştıklarında Üstad yine hastalandı. Hiç konuşamıyordu. 

Bayram Yüksel Ağabey, bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
‘Konya’ya girişimizde bir bakkaldan zeytin ve peynir aldık. Akşam iftarda yemek için kullanacaktık. Parasını da Üstadımız verdi. 
‘Evlâtlarım ben çok hastayım, benim yerime siz yiyin.’ dedi.

Konya’dan bizi kimse görmeden inâyet-i Hak’la, Mevlânâ Camii yanından, Adana yolu üzerinden hareket ettik. Karapınar’dan geçtik. Ereğli’ye varmadan, Üstadımız öne doğru uzandı ve Zübeyir Ağabey ile benim kulağımdan tuttu:
‘Evlâtlarım siz hiç merak etmeyin. Risale-i Nur, dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Siz hiç merak etmeyin.’ 

Bunları mükerrer söyledi. Bazı şeyler daha söyledi. Üstadımızın sözü çok zor anlaşılıyordu:

‘Bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler.’ dedi.

Ereğli’ye varmadan ikindi namazını kıldık. Burada Üstadımız namazı arabada kıldı. Akşam namazında Ulukışla’ya vardık. Üstad:
‘Acaba biraz yemek yiyebilir miyiz?’ dedi.

Zübeyir Ağabey’le lokantadan pirinç pilavı aldık, pilavdan Üstad’a yemek yapacaktık. Arabanın arkasında gaz ocağı vardı, fakat ayağı kırıktı ve kış olduğu için çok soğuktu. 

Pozantı’yı geçerken tren yolu bekçisi sobayı yakmış ısınıyordu. Ben memura rica ettim, ‘Hastamız var, ocağımızın ayağı kırıldı, parasını verelim, azıcık yemek ısıtacağız.’ dedim. Memur razı oldu, ‘Buyurun ısıtın.’ dedi. Zübeyir Ağabey’le Üstad arabada kaldı. Hüsnü kardeşle ben yemeğin suyunu süzdük, çok az tereyağımız vardı, çay kaşığı ile kattık, bir yumurta ve biraz da yoğurt kattık. Üstadımız bir kaşık aldı, yiyemedi. Boğazından geçmedi. 

Gece Adana’dan geçtik, yatsıdan sonra Ceyhan’a vardık. O zaman yol Ceyhan’ın içinden geçiyordu. Ceyhan’ın kıyısında yatsı namazını kıldık

Hüsnü de bir saat uyudu, devamlı arabayı kullanıyordu. Sahurda Osmaniye’ye vardık, girişte benzin aldık. Ve sahur yemeği yedik. Üstadımız ise hiçbir şey yiyemiyordu. Sabah namazını da Alman Pınarı’nın başında, biz dışarıda, Üstadımız yine arabanın içinde kıldık. O zamana kadar o dağa Gâvur Dağı derlerdi. Sonra da o dağa Nur Dağı ismini koydular.

Sabahleyin 7:30 sıralarında Gaziantep’e vardık. Ben lokantadan çorba aldım ve yolu sordum. Gaziantep’te hiç eğlenmedik. Nizip yolundan giderken, kar yağdığından dolayı yollar çok bozuk ve çamurdu. Arabaların birçoğu yollarda saplanmış kalmıştı. Bizim ise ne lastiğimiz patladı ne de arabamız bozuldu. Adeta rüzgâr gibi gidiyorduk.

Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimiz Urfa’da çok kaldıkları için Urfa yollarını çok iyi biliyorlardı.’ 

Urfa’ya girdiklerinde saat tam on biri gösteriyordu. 
Kadıoğlu Camii’ne yakın bir yerde durdular. Zübeyir Ağabey, camiye Abdullah Yeğin’i çağırmaya gitti. 
Fakat Üstad bunu öğrenince orada kalmak istemedi:
‘Çabuk gidelim benim beklemeye vaktim yok.’ dedi. Üstad ne hikmete binaen bilinmez ama burada kalmak istemiyor ve hemen ayrılmak istiyordu.

Üstad’ın bu isteği üzerine arabayı İpek Palas Oteli’ne sürdüler. Üstad’ı arabadan indirirken haberleri olmuş olacak ki çok kalabalık bir cemaat geldi. Aslında daha pek çok kimse Üstad’ı bilmiyordu. Otelin üçüncü katına çıktılar. 
Üstad, çok bitkin ve hastaydı. Bu haliyle yürüyecek durumda dahi olmadığından birden yere düşüverdi. Kollarına girerek onu köşedeki 27 nolu odaya götürerek yatırdılar. 

Mübarek Ramazan Ayı olduğundan, Urfalılar hatim okumakla meşguldüler. Halk, Üstad’ın Urfa’ya geldiğini duyunca, İpek Palas’a doğru akın etmeye başladılar.

Pek çok kimse sitem ederek:
‘Neden bize haber vermediniz? Eğer evvelden haber verseydiniz, biz Gaziantep’e kadar gelir, Üstadımızı karşılardık.’ diyordu. 

Böylece Üstad’ın Urfa’ya geldiğini haber alan otele geliyordu. Büyük bir ziyaret başlamıştı. Zübeyir Ağabey ziyaretçileri kapıdan sırayla gönderiyordu. Üstad onların başından öpüyor, bırakmak istemiyordu. 

Bayram Yüksel Ağabey gelen ziyaretçilere:
‘Sen git de başkası gelsin.’ dediğinde:
‘Bak Üstad bırakmak istemiyor.’ diyorlardı. 

Herkes bu duruma hayret ediyordu. Çünkü bu hiç görmedikleri bir hâdiseydi.
Isparta’da olsun, Emirdağ’da olsun, hasta olduğu zaman kimseyi yanına almazdı Üstad. Hatta Isparta’da iken Üstad’ın hastalığı anında:
‘Üstadım, filanca ağabeylerimize söyleyelim mi?’ dediklerinde Üstad:
‘Hayır sizden başka kimse gelmesin.’ diyordu.

Urfa’da ise hiç kimseye itiraz etmiyordu. Bütün Urfalıları kucaklıyordu. 

Bayram Yüksel Ağabey, o günü şöyle anlatıyor:
‘Biz bilemedik. Mübarek Üstadımızı bütün Urfalılar ziyaret ettiler. Halk, esnaf, subay, asker; hep ziyaret ettiler. Mübarek Üstad hiç itiraz etmedi. Hem tahammül etti hem de yatmadı. Bizler de yatmadık. 
Hüsnü kardeş:
‘Ben arabayı götüreyim, bir yere koyayım.’ dedi. Ben de Üstad’ın yanında idim.
Nöbetle Zübeyir Ağabey ve ben Üstad’ı yalnız bırakmıyorduk. Ben nöbeti Zübeyir Ağabey’e teslim ettim. 
Birden iki sivil polis memuru geldi. Bana:
‘Şoför nerede, hazırlanın gideceksiniz.’ dedi. Ben de:
‘Üstadımız hasta.’ diye konuşurken on-on bir resmî ve sivil polis daha geldiler:
‘Hazırlanın hemen, Isparta’ya gideceksiniz.’ dediler. Ben de:
‘Üstadımıza söyleyeyim.’ dedim. 

Üstad’ın yanına girdim, vaziyeti anlattım.
Üstad, onları da çağırdı, onlar da Üstad’ın yanına girerek İçişleri Bakanı’nın emri olduğunu, Isparta’ya dönülmesi lâzım geldiğini söylediler.

Üstad:
‘Acayip ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim. Siz benim hâlimi görüyorsunuz, siz beni müdafaa edin.’ dedi.

Polisler:
‘Biz emir kuluyuz, biz ne yapalım?’ dediler.’ 

Bediüzzaman’ın son günlerini geçirmek üzere Urfa’ya gitmesi Bakanlar Kurulu’nun ‘mecburi ikamet’ kararına meydan okumak şeklinde algılanıyordu. İçişleri Bakanı Namık Gedik’in sergilediği tutum düşmanca bir tavırdı. Gedik, ölüm döşeğindeki Bediüzzaman’ın her ne surette olursa olsun Urfa’dan çıkarılması için Vali’ye emirler gönderiyordu. Bir ambulansla, olmazsa bir çöp kamyonuyla dahi acil olarak Urfa’dan çıkarılmasını emrediyordu. Kaderin cilvesine bakın ki bakanın kendisi daha sonra bir çöp kamyonuyla götürülecekti. 

Polisler, Emniyet ile otel arasında mekik dokuyor ama sonuç alamıyordu.
 
İçişleri Bakanı Namık Gedik’in, Bediüzzaman’a düşmanlığı ileri safhaya varmıştı. Bu düşmanlığı, kini, öfkesi sadece o güne has değildi. 

1 Ocak 1960’ta Ankara’da İçişleri Bakanı Namık Gedik başkanlığında emniyet müdürlerinin katıldığı toplantıda, gece yarısına kadar Bediüzzaman Said Nursi konusu görüşülmüştü. Gedik’e, Nur talebelerinin faaliyetleri ile ilgili raporlar sunulmuştu. 
O toplantıda, bütün davalardan beraat etmiş Üstad Bediüzzaman hakkında yeni bir dava açılmasına karar veriliyordu. Konuyla ilgili açıklamada:

 “Said Nursi ile temas edenlerin sosyal mevkileri ve durumları gözden geçirilmiştir. Son zamanlarda faaliyetleri artan mürtecilerle ilgili hükümetin sert kararlar almasına karar verilmiştir.” deniliyordu.

İşte, Üstad Bediüzzaman’ın son günlerinde yaşlı ve oldukça hasta haliyle vefat edeceği diyara gitmesi İçişleri Bakanlığı’nın hiddetini had safhaya çıkarmıştı. Halbuki, bütün mahkemelerden beraat etmiş bir insanın ülkede istediği yere seyahat etmesi en doğal hakkıydı. 

Başını yastığa koymuş, ateşler içinde son dakikalarını yaşayan bu mübarek insanın çok zor duyulan: 

“Ben şimdi hayatımın son dakikalarını yaşıyorum. Belki de burada öleceğim. Amirinize bildirin.” sesi de insafa getirmiyordu onları… 

Ama kaderin önüne geçmeleri mümkün olmayacaktı… Bediüzzaman, ‘Kutsal toprakların Medinesi’ gibi baktığı Hz. İbrahim’in (as) bu beldesine bir şeyleri bizzat anlatmak için gelmişti onca meşakkate rağmen… Sonraki dönemde yapılacak hizmetlere işaret etmek istiyordu. 

Biliyordu bir mezar taşı olmayacağını… Ama ona rağmen düşmüştü o ağır hastalıklı haliyle bu zor yolculuğa… Risaleleri okuyup da anlamayanlara bir de hadiselerin diliyle anlatmak istiyordu… Kabrinin bilinmemesini vasiyet ettiği halde neden bu yolculuğa çıktığını, bu kadar sıkıntılara katlandığını… Her adımda hadiselerin dilini anlasınlar, okusunlar ve sonraki adımın hizmet metodunu geliştirsinler diye İbrahim Halilullah'ın menziline gelmişti. 

Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupta bu yolculuğunun ehemmiyetini önceden anlatmıştı aslında:

"Hem madem Risale-i Nur'un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise, İbrahim Halilullah'ın bir menzilidir. İnşaallah hıllet-i İbrahimiye parlayacaktır.

Hem ihtimal-i kavîdir ki, bu dehşetli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa'ya gitmeyi cidden arzu ediyorum." 


 
<< Önceki Haber [Fikret Kaplan] Bediüzzaman’ın Son Yolculuğu-2 Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER