PROF.DR. OSMAN ŞAHİN
Güzelliklerinin Farkında Ol, Eğme Başını! 2
Daha önce yayınlanan "Başkalaşma, yetersizlik düşüncesi ve kendi olma" başlıklı yazıda, Fethullah Gülen Hocaefendi tarafından, Müslümanlar’ın sahip oldukları değerlerin ve dinamiklerin (1) edille-i şer’iyye-i asliye denilen Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas ve İctihad ve (2) edille-i şer’iyye-i asliyeye ve dinin ruhuna uygun olan ve edille-i şer’iyye-i tâliye” denilen anane, gelenek, örf ve âdetler olarak iki grup altında toplandığı ifade edilmişti. Edille-i şer’iyye-i tâliye ayrıca, anane, gelenek, örf ve âdetlerden süzülerek, onlar ile elenerek, dinin ruhuna uygun hale getirildikten sonra tabiatımızın bir derinliği haline gelmiş güzellikler manzumesi olarak açıklanmaktadır.
Hocaefendi, "Musibetlerin Ekşi Çehresi ve Hikmetin Güzel Yüzü" başlıklı Bamteli’nde Hizmet İnsanlarının dünyanın dört bir tarafına dağıtılmasındaki en önemli bir hikmetin “edille-i şer’iyye-yi asliye” ve “edille-i şer’iyye-i tâliye”yi insanlığa duyurma, milletimizde olan güzellikleri, güzelce yaşadığı dönemlerden devraldığı bu şeyleri cihana duyurmak olduğunu dile getirmektedirler:
“Gidin, size ait hususiyetleri, dininizin temel disiplinlerinden tabiatınıza mâl ettiğiniz, içinize işlediğiniz, bir derinliğiniz haline getirdiğiniz o değerleri, dünyanın değişik yerlerinde birer meşherde teşhir ediyor gibi teşhir edin. Geçmişten tevârüs ettiğiniz o güzel geleneklerinizi, an’anelerinizi sergileyin. Geçmişten tevârüs ettiğiniz ve dinin temel disiplinleriyle refere edilmiş değerleriniz ki “din”, “Kur’an”, “Sünnet”, “İcmâ-i ümmet”, “Kıyas-ı fukahâ” buna “Evet!” demiş. Ve siz bu güzellikleri, dünyanın değişik yerlerinde kitap fuarlarında, değişik eşya fuarlarında teşhir ediyor gibi teşhir ediyorsunuz.”
“Kendi Değerlerine Bîgâne Nesiller” başlıklı Sızıntı başyazısında (Ekim 2005) günümüzde bu işi eda etmeleri gerekenlerin, bu şuur ve idrakte olmadıkları ve donanımlarının yetersizliği üzerinde durulmaktadır:
“Maalesef, bazılarımız itibarıyla biz, bir karanlık fasılda imana karşı hep lâkayt kaldık, Hak'la münasebetteki gücü ve büyüyü tam sezemedik; cismanî ve maddî ufkumuzun tesirine takıldık, kulak dolması nazarî mülâhazalardan sıyrılıp amelînin enginliklerine bir türlü açılamadık. Hatta bazen, kendi fikrî ve amelî dünyalarımızın yamaçlarında bulunmayı, dolaşmayı ar ve ayıp sayarak, bazen de bir kısım fantezilere girerek, ruh ve mânâ köklerimizle alâkalı nice değerleri eski birer eşya gibi kaldırıp bir kenara attık.. ve milletçe inkişaf etme kabiliyetlerimizi, cihanları fethe yetecek heyecanlarımızı yabancılaşma yönünde kullandık; kullandık ve yıllar yılı kendi dünyamıza karşı hep bîgâne kaldık…
Dahası, bu mübarek kaynaktan fışkıran, lâakal onun münbit ve bereketli atmosferinde boy atıp gelişen örflerimize, âdetlerimize, geleneklerimize hatta millî karakterimize ve millî tabiatımıza yabancılaştık, kendimizi yenileme azm ü heyecanını yitirdik ve heyecan yorgunu yığınlar hâline geldik. Bilmiyor çoğumuz imanın, İslâm'ın Kur'âncasını, Allah'la münasebetin Peygambercesini, dinin olmazsa olmaz ruhunu, temel dinamiklerini ve Nebi mesajlarıyla seslendirilen özünü, mahiyetini. Yok böylesine boş vermiş kimselerde en küçük bir öğrenme arzusu, kendini test etme azmi ve bir kısım önemsiz hobilere karşı duyulan alâka kadar öz değerlerini bilme merakı.”
DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKMAYANLAR DİRİLİŞİ GERÇEKLEŞTİREMEZLER
Hocaefendi aynı başyazıda, geçmişten devralınan dinî ve millî değerlerin milletlerin dirilişinde ve geleceğinin belirlenmesinde ne kadar büyük bir öneme sahip olduğuna dikkatleri çekmektedirler:
“Bir milletin üstünlük ve istikbal vaad ediciliğini onun geçmişten tevarüs ettiği dinî ve millî değerler belirler. Bu değerlere saygı duymayan ve sahip çıkmayan toplumların âkıbeti hüsrandır; hüsrandır ve bu mâkûs kaderi değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez. Kendi değerlerine sahip çıkma ve mânâ kökleriyle irtibatını devam ettirme sayesindedir ki, toplum ve onu teşkil eden fertler kendilerini daha derinden duymaya başlar.”
Aynı yazıda, her sahadaki insanların sorumlulukları ve yapmaları gerekenler örneklendirilmektedir:
“İlim adamları, mütefekkirler ve sanatkâr ruhlar, alanları çerçevesinde kendi inanç, kendi düşünce ve kendi duygularını kitap kitap, nakış nakış işlemeye koyulur ve her sahada ruhlarının âbidelerini ikame ederek saf yığınlara kendilerini okuma ve mütalâa etme ortamı hazırlarlar. Nokta-i istinad olurlar onlara ve korurlar onların düşünce iffet ve ismetlerini, korudukları gibi kendi namuslarını.
Evet, eğer eli kalem tutanlar, kitap, broşür ve makaleleriyle; ressamlar bu alana ait kurallar çerçevesinde ebruları, tezhipleri, hatları ve resimleriyle; mimarlar inanç ve düşüncelerimizi aksettiren plân ve projeleriyle; şairler ve nâsirler beyan güçleriyle; mûsıkîşinaslar sinelerinden boşalıp ruhlarına akan besteleriyle kendi inanç, kendi his ve kendi düşüncelerinin âbidelerini ikame etmezlerse yığınlar kendilerine ters, geçmişlerine ters, ruh ve mânâ köklerine ters cereyanlara itilmiş olurlar. Doğrusu işte böyle bir ortamda yetişen bîgâne nesillerin âkıbetini düşününce ürpermemek elden gelmiyor.”
Aynı başyazıda, bir zamanlar yaşanmış olan, bin senelik bir geçmiş içerisinde ulaşılan o muazzam dini ve milli değerler silsilesinin eski bir elbise gibi bir tarafa atıldığına ve maalesef artık bugünkü nesiller tarafından bilinemez hale geldiklerine vurgu yapılmaktadır:
“Aslında, günümüzün insanının yapıp ortaya koyduğu/koyacağı her müspet şey onun yarınki nesillere en büyük armağanı olacaktır. Atalarından gelecek böyle bir armağandan mahrum kalan fakir ve nokta-i istinatsız nesiller, pek çok orta malı mülâhazaların ve değişik serseri düşüncelerin tesirinde kalacak ve bugün olmasa da yarın mutlaka kendilerine edeceklerdir. Dünden bugüne gerektiği ölçüde bir hassasiyetle üzerinde durulmadığı içindir ki, pek çok dinî ve millî değerlerimiz unutulup gitti; şöyle-böyle kalanlar da matlaştı, renk attı ve zaten heyecan yorgunluğu yaşayan nesillerde artık heyecan uyarmaz oldu.
Bugün koskocaman bu talihsiz coğrafyada inançlar ve onların hayata hayat olması kat'iyen kendine has derinlikleriyle duyulup zevk edilmiyor. İslâm'ın her şeyin üstesinden gelecek o büyülü gücü, bilinmesi gerektiği ölçüde bilinmiyor ve onun ruhlara vaad ettiği şeyler kendi enginlikleriyle görülmüyor. Oysaki, bir zamanlar bu dünyada cedlerimizin gerçekleştirdikleri o uhrevî derinlikli medeniyet kendine has rengi, şekli, deseni ve ruhuyla çok iyi biliniyor, bilindiği ölçüde yaşanıyor ve müntesiplerine semavîleşme yollarını gösteriyordu. Ya şimdilerde öyle mi.? Bilebiliyor muyuz bize ait değerlerin kıymetini.. kendi düşünce atlasımızın renk ve çizgilerini? Heyhât, meş'um bir dönemde bin senelik muhteşem bir geçmişin bütün vâridâtını bir kısım partal eşya gibi kaldırıp bir kenara attık ve ma'şerî vicdanda yeri doldurulamayacak boşluklar meydana getirdik.”
Hocaefendi “Kendi Değerlerine Bîgâne Nesiller” başlıklı Sızıntı başyazısında, bu vazifeyi yerine getirmesi gerekenlerin mesuliyetine ve maalesef bunun hakkını verebilenlerin kıtlığına ayrıca vurgu yapmaktadırlar:
“İmanı, İslâm'ı derinlemesine duyamamış saf yığınların sorumsuzca hareketleri bir ölçüde kabul edilebilse de, şöyle-böyle okuyan, yazıp çizen, belli şeyleri olsun duyup hissetme konumunda bulunanları mâzur görmek mümkün değildir. Acaba bunlar biraz daha hassas olamazlar mıydı? Dinin özündeki güzellikleri, bugünümüz ve yarınımız adına onun vaad ettiklerini, diyanetin bağrında filizlenip gelişen ruhî tekâmülü çevrelerine anlatamazlar mıydı? Diyelim ki, bazıları bu değerleri duyup zevk edecek seviyeye henüz gelememişlerdi; kendilerini bu işin bir numaralı mümessili gibi görenler ve diyanet adına hep bir fâikiyet mülâhazasıyla oturup kalkanlar, gönül diliyle, beyan maharetleriyle ve varsa sanat kabiliyetleriyle bu altın mülâhazaları herkese duyurmalı değiller miydi?”
Maalesef, her kesimdeki okuyup yazan insanlar, entelektüeller, toplulukları yön vermesi gerekenler bu işe gereken ehemmiyeti vermemişler, bu değerleri topluma kazandırma adına gereken cehd ve gayreti ortaya koyamamışlardır.
İşin daha da garibi, bu işi uhdesine alması gereken bu insanların ekseriyetinin de bu milli ve manevi değerler manzumesinden habersiz olmaları ve üstelik bunlardaki güzellikleri görmezden gelerek geçmişteki yaşanmış zulümlere, çirkinliklere odaklanmaları ve bunlar üzerinden genellemeler yaparak bütün bir geçmişi karanlığa mahkûm etmeleri olmuştur.
Hocaefendi aynı başyazıda, bu temsili gerçekleştirmesi gerekenlerin yol açtığı hayal kırıklıklarını ve verdikleri zararları ise şöyle ifade etmektedirler:
“Ben bize ait o güzellikleri, kalbinin dili, semavî orijini ve özündeki nefâsetiyle -bir iki müstesnanın dışında- seslendiren kimseye şahit olmadım. 'Ruhî ve kalbî hayat' deyip sık sık onunla gürleyen, hatta ondan ötürü muhalif gibi gördüklerine karşı kinle, nefretle köpürenlerin ses ve soluklarında da vicdanı rahatlatacak bir nağmeye rastlamadım…
Maalesef, şöyle-böyle okuyan, yazıp çizen, belli şeyleri olsun duyup hissetme konumunda bulunanlar, diyanet adına oturup kalkanlar ne teoride ve ne de pratikte bu değerleri dillendirememişler, belki de kendileri de bu değerlerin farkında olmadıklarından, yaşayıp hissetmediklerinden, yani kendileri ölü ve cansız olduklarından, ortaya koydukları tebliğ ve temsilleri daha çok menfi istikamette olmuş ve böylece büyük zararlara sebebiyet vermişlerdir.”