SAHABEYİ ANLAMAK VE ONLARA YAPILAN SALDIRILAR-8
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN | Samanyoluhaber
Önceki yazılarda, Asr-ı Saadet’te gerçekleşen büyük inkılapların ve Kur’an-i ve Nebevi terbiye sayesinde ortaya çıkan sahabe topluluğu için, çok rahat ve emin bir şekilde, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in icma ile, bütün insanlar içinde, peygamberlerden sonra en faziletlileri olduklarına, tam güvenilir ve emin olup, niyetlerinin duruluğuna ve iradeleriyle bilerek asla yalan söylemeyeceklerine ve bir kötülüğe tenezzül etmeyecek yüksek haslet sahibi insanlar olduklarına hükmettiklerini ifade etmiştik.
Sahabelere saldırarak, İslâm binasının temel direklerini yıkmayı hedeflemektedirler..
Sahabenin İslam binasının inşa edilmesindeki payları ise şöyle ifade ediliyor: “Sahabelerin tesis-i İslâmiyet’te ve neşr-i ahkâm-ı Kur’âniye’de hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez…
Sahabeler İslâmiyet’in şecere-i nûraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem bina-yı İslâmiyet’in hutut-u nurâniyesinin mebde’inde, hem cemaat-ı İslâmiye’nin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem Şems-i Nübüvvet ve Sirâc-ı Hakikat’in merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür.”
Bundan dolayıdır ki, bu binayı yıkmak isteyenler özellikle sahabe efendilerimize (radıyallahu anhüm) saldırmaktadırlar. Sahabe sütünları yıkılırsa, onlarla beraber hadis-i şerifler itibarsızlaştırılmış olacak ve dolayısıyla Kur’an’ın en iyi ve canlı bir tercümanı olan Sünnet-i Seniyye ortadan kaldırılmış olacaktır.
Şia’nın ve müsteşriklerin, Hz. Muaviye (radıyallahu anh) üzerinden sahabe kapısını kırma gayretleri ve kendilerinden en çok hadis rivayet edilen Hz. Aişe’ye ve Hz. Ebu Hureyre’ye ve Hulefay-ı Raşidin efendilerimize (radıyallahu anhüm) yapılan saldırılar, Şia için Sünni İslam’ı, müsteşrikler için ise bütün İslam’ı yıkma amacını taşımaktadırlar.
Sahabe üzerindeki Kur’an-i ve Nebevi himayeye dair bazı örnekler…
Yine bu sırra binaendir ki, sahabeler arasında daha sonra meydana gelecek olan Cemel ve Sıffın gibi hadiselerden dolayı, sahabelerin yüklendikleri bu misyona zarar gelmemesi, onlar hakkında zihinlerde istifhamlar oluşmaması için, bir taraftan onlar Kur’an’da ve Allah Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarında defaatle sena edilirken, diğer taraftan Fetih süresinin son ayetinde, onların buna benzer olaylardaki hataları için mağfiret vaadinde bulunulmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri Yedinci Lem’a’da bu manayı şöyle ifade etmektedirler: “Sahâbeyi tavsîfât-ı mühimme ile senâ ederken, en büyük bir mükâfâtın vaadi, makamca lâzım geldiği halde, kelimesiyle işaret ediyor ki, istikbâlde Sahâbeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukûuna delâlet eder. Ve o zamanda Sahâbeler nazarında en mühim matlup ve en yüksek ihsân, “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfât ise, afv ile, mücâzât etmemektir.”
Fetih suresinin son ayetinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve beraberindeki ashabı en belirgin göze çarpan vasıfları sena edilmekte, Tevrat ve İncil’de ne şekilde vasfedildikleri nazara verildikten sonra, onlara mükafaten çok büyük şeyler vaad edilmesi gereken makamda, bunun Allah’ın (celle celâluhu) affetmesi olacağı müjdesi verilmektedir.
Dolayısıyla, istikbalde sahabelerin (radıyallahu anhüm) bazı fitneler sebebiyle birbirleriyle imtihan olacakları ve bu imtihanlarda meydana gelebilecek kusurlara ve kusurlar için ise affa mazhar olacakları vaadinde bulunulmuştur.
Yine Hudeybiye’de, “Bey’atu’r- Rıdvân” olarak meşhur olan olayda, canları pahasına, verdikleri sözde duracaklarına dair biat etmeleri, Allah (celle celâluhu)’nun, Sahabe-i Kiram’dan razı olduğunu bildiren Fetih suresindeki şu ayetin nüzulüne sebep olmuştur: ““Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları hemen yakında gerçekleşen bir zaferle ve alacakları birçok ganimetle mükâfatlandırdı. Allah azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (48/18-19)
Allah (celle celâluhu), bu ayette, onların kalplerindeki ihlas ve samimiyete şahitlik yapmakta ve buna mükafat olarak lütüflarda bulunmakta ve daha da bulunacağını vaad etmektedir.
Kur’an’da sahabelerin sena edildiği birçok yerden bir örnek daha verelim. Tevbe suresinde, Allah (celle celâluhu) onlardan razı olduğunu söylemektedir: “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı. (9/100)”
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ayette anlatılan bir manayı hadislerle “İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit” başlıklı Bamteli’nde şöyle açmaktadırlar: “İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından “ihsan şuuru” dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O’na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah’ın izni ve inâyetiyle.
Bu, belli bir yere kadar sürdü. Bunu da yine o Söz Sultanı ifade buyuruyor, Gönül Sultanı ifade buyuruyor, İdrak Sultanı ifade buyuruyor: “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir.” “Çağların/asırların en hayırlısı, en nûrânîsi, bir yönüyle insanlara en fazla tesir edeni, imrendirici olanı, Benim içinde bulunduğum çağdır/asırdır!” buyuruyor. Ondan sonraki asır, Tâbiîn asrı, Sahabe’yi görenler; Hâle’ye müteveccih yaşayanlar asrı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir Kamer-i Münîr idi. -Bu tabiri Hazreti Pîr-i Mugân da kullanıyor.- Etrafındaki o ışık hâlesi de sahabe-i kiram idi.
Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz.” diyordu. “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir.” diyordu. Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler… Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat’î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram.
Ondan sonrakiler de o Hâle’ye müteveccih yaşadı, ona göre şekillendiler; keyfiyet urbalarını ona göre birkaç defa vicdan aynalarında, idrak aynalarında kontrol ettiler, ceketlerinin yakalarını düzelttiler; kendilerini yeniden, bir kere daha kıvam adına gözden geçirdiler. “Sahabe, böyle yapıyordu!” dediler, onlara ayak uydurdular. -Bu da asker tabiri.- Onların ritimlerine göre, gönül dünyalarına göre şekil almaya çalıştılar.”
İnşaAllah bir sonraki yazıda devam edelim.