Kur'an'ın âşıkları
SAFVET SENİH | Samanyoluhaber
Öğrencilik yıllarımda, Kur’an ve Arapça âşığı Hacı Ali Tosun Efendiden Arap Edebiyatı üzerine yazılmış Meânî kitabından Bedi, Beyan ve Meânî ilimleri okuduktan sonra Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin İşârâtü’l-İ’caz tefsirini okuyunca ve bu edebî güzelliklerin tatbikini görünce Kur’an’a hayran oldum.
Daha sonra bütün Risale-i Nur Külliyatını defalarca mütalaa ve müzâkere edince, İlhâmât-ı Kur’aniye, Sünuhat-ı Kur’aniye, İstihrâcât-ı Kur’aniye, İstimbâtât-ı Kur’aniye ve Tefeyyüzât-ı Kur’aniye olan bu harika eserler ile hazzına doyum olmaz bir Kur’an bahçesine dalmış olduğumu hissettim ve iliklerime kadar bu zevkin lezzetleriyle dolup taştım…
Daha sonra da bu Kur’anî programı, hayata taşıyan M. Fethullah Gülen Hocaefendiyi tanıma mazhariyetine ve kavuşunca da bu Kur’anî güzelliklerin tebellür ve temessül eden ve hayata yansıyan tezahürleriyle mestoldum…
Ayrıca bu hususta meselenin birinci bölümüyle ilgili olarak Şemsinur Özdemir’in güzel bir gayretle derleyip takdim ettiği “Hocaanne ve Ailesi” isimli kitaptan bazı aktarmalar yapmak istiyorum: ‘(Hocaefendinin annesi) Refia Hanım babası Seyyid Ahmed Efendiden Kur’an öğretme gayretini, şuurunu görmüş, onun bu konuda dertlenmesine şahit olmuştu. (…) Korucuk köyündeki çoğu genç kız ve kadın (1930 ve 1940’larda Tek Parti zihniyetinin hakim olduğu o yıllarda) Kur’an okumasını bilmiyor, namaz kılamıyordu. Refia Hanım, baba evinde alışmıştı.
Kur’an öğretmeye, talebe yetiştirmeye… Hizmet etmek için elinden geleni yapıyordu. Kur’an öğrenmek isteyen de hâliyle onun kapısını çalıyordu. Gelen herkesi kabul ediyordu, onca işinin arasında… Fakat köyde Jandarma karakolu vardı ve Kur’ân öğretmek yasak olduğu için her an bir baskın korkusu yaşanıyordu. Talebeleri kitaplarını kıyafetlerinin içine saklayarak gelip gidiyorlardı.
Bu odadan hayvanların kaldığı yere küçük bir kapı açılmış önüne kapı boyutlarında deriden örtü asılmıştı. Jandarmanın baskına geleceği haber alınınca çocuklar bu küçük kapıdan dışarı kaçırılıyordu. Birkaç kere bu tür hadiseler olmuştu. Bu baskınlarla ilgili bir hadiseyi yıllar sonra Refia Hanım İzmir’de anlatacaktı.
Buna göre, bir gün talebelerine ders verirken kayınvalidesi Munise Hanım içeri girer. ‘Bizim yolun kenarlarını polisler sardı, nedendir bilmiyorum. Eve doğru baktılar baktılar, sonra gittiler.’ der. Ardından komşusuna gidip sorar, ‘Üç oldu bunlar niye gelip gidiyor?’ diye. Komşu hanım, ‘Gelin çocuk okutuyor diye sizi ihbar etmişler.
Geliyorlar fakat davul zurna sesinden size giremiyorlar. Bu evde öyle bir şey yok çalgı sesi var, deyip gidiyorlar’ der. Refia Hanım ‘Allah öyle duyuruyor onlara…’ deyip tamamlarmış hatırasını. (…) Severek iltifatlar ederek, gayrete getirerek eğitiyordu onları. Kur’an okumayı öğrenen hatim etsin, kabiliyeti olan hafızlık yapsın diye hep bir adım ötesine yönlendiriyordu.
Biraz önden giden talebelere, geride kalanlara bildiklerini öğrettiriyordu. Böylece hem kendi yükü hafifliyor, hem de öğreten talebenin bilgisi pekişiyor, tecrübe kazanıyordu. (…) Derse gelen talebelerle Munise Hanım da ilgileniyor, yerine göre ikramlarda bulunuyordu. Özellikle kış günleri köyün uzak yerlerinden gelen talebelere yemek ikram ediyor, o havada yemek için kendi evlerine gidip gelmelerine gönlü râzı olmuyordu. Kiminin ayağına çorap kiminin başına örtü veriyordu.
“Ramiz Hoca Korucuk’a imam olunca küçük çocukları okutmaya başladı. Ancak o da camide değil imam evi denilen odada ders veriyordu. Bu sayede Refia Hanım’ın yoğunluğu da biraz azalmış oldu. Ancak Refia Hanım da genç kızlara ders vermeye devam edecekti.
Alvar’a gidene kadar köydeki onlarca kişiye Kur’an okutmuş, hatim yaptırmış, namaz surelerini ezberletmiş, namaz kılmayı öğretmişti. Bunlarla birlikte, İslamın temel rükünlerini, imanın şartlarını, haramları, helalleri, farzları, sünnetleri, ahlâkî kaideleri anlatmıştı. Bildiği ne varsa, çevresine aktarma çabası içindeydi. Ondan ders alanlar yıllar yılı ismini hayırla yâd edeceklerdi.
“Ramazan aylarında kendi evinde mukabele de okuyan Refia Hanım, ne bunun için ne de talebe okuttuğu için asla bir ücret kabul etmezdi. ‘Kur’an’ı para ile satamam’ der, çok ısrar edildiğinde küçük hediyeleri, yoksullara vermek niyetiyle kabul ederdi.
Annesinin bu gayretli çalışmalarını ve kendisi üzerindeki tesirini şöyle anlatır Hocaefendi: ‘Babasından gelen bir terbiye ve Kur’an aşkı o en sıkıntılı ve zor dönemlerde dahi validemin Kur’an öğretmesine mâni olamamıştı. Ne vazifesi ne sorumluluğu vardı.
Esasen tek başına bir kadının, 15-20 kişinin sofraya oturduğu bir evin bütün işlerini yaptıktan sonra bir de Kur’an öğretmeye vakit bulabilmesi, beni hayrette bırakan husus budur. Hem o günkü kadına ait işler, sadece ve işleriyle sınırlı değildir.
Davarların sağımını yaptığı gibi, kadınlar tarla ve bahçede de çalışırlardı. İşte bir taraftan ceberut idarecinin baskısı, diğer taraftan kendine ait yapması gereken zor işler; buna rağmen gündüz boş vakitlerinde köyün kadın ve kızına geceleri de bana Kur’an öğretmek, hakikaten şaşılacak bir gayret ve çalışma örneğidir…
Annemin bu örnek davranışı, Kur’an öğretmekteki hassasiyet ve aşkı, ibadetteki kusursuzluğu ve hayatını hep ızdıraplı geçirmesi, çocukluk ihsaslarımla, o gün anlamamış olsam dahi bugün çok iyi anlıyorum ki, bana tesir eden en mühim hususlardandır.”