1987’den beri Avrupa’ya gelip gidiyorum. 2001 Şubatından itibaren de oturumum olduğu için 16-17 senedir de Almanya’da oturuyorum. Bazılarının iddia ettiği gibi Türkiye’den firarilik söz konusu değil… Buradaki insanlarımızla Gazetemiz Zaman, Televizyonumuz Samanyolu ve Haber ajansımız Cihan münasebetiyle görüşmelerimiz oldu.
Gazete kampanyaları, dergilerimizin ve yayınlarımızın tanıtımı ile ilgili davetlere katıldım. Bunun için de çok şeylere muhatap oldum… Bir traktör, bir ev alıp döneyim diye gelip yerleşen insanlar var. Daha da enteresanı Norveç’te karşılaşmıştım. Aksaray’ın köylerinden birisi, silaha çok meraklı imiş, sırf para kazanayım ve güzel bir silah alayım diye buralara gelmiş. Sonra bir daha dönememiş. Üstüne üstlük peşinden bütün köyünün halkını da buraya sürüklemiş. Görüştüğüm torunu, dedesinin bu macerasını “Bir Silah Uğruna” diye bir kitap yazarak anlatmış…
Aşağı yukarı on sene önce dünya çapında en önde gelen üç adamdan biri olan kulak, boğaz mütehassısı Prof. Dr. Montandon ile beraberdik. Meslektaşı Prof. Dr. Şerif Ali Bey tanıştırmıştı. Bu İsviçreli meşhur uzmana, Vatikan’da görevli ortaçağ giysili İsviçreli askerleri sordum: “Katolik dünyada bu görev niçin sizinkilere verildi?” dedim. Güldü… Bunun bir ayrıcalık, bir imtiyaz olmadığını söyledikten sonra dedi ki:
“Bir zamanlar bizler de sizin gibi başka ülkelerde çalışmak zorunda imişiz. İşçi olarak, Hollanda’ya, İtalya’ya gidiyormuşuz. Paralı asker olarak da Vatikan’da iş bulmuşuz. Tamamen onun hatırası. Bak bir sırrımı söyliyeyim. Benim büyük dedem, paralı asker olarak Hollanda ordusunda görevli olarak Endonezya’ya gitmiş. Orada bir hanımla evlenip Müslüman olmuş. İsmini de Ali olarak değiştirmiş. Yani ben Ali Montandon’un torunuyum. Biz İsviçrelileri bu hale getiren eğitime verdiğimiz önem ve çalışkanlığımız. Şimdi bu canlılığı sizde görüyorum. Ben Moğolistan’a kadar gittim… Orta Asya'da, Türkiye’de okullarınızı gördüm. Siz de bir İsviçre olmaya namzetsiniz.”
2001 Şubatından beri okuyucularımıza arkadaşlarımıza “Bulunduğunuz Avrupa ülkesinin vatandaşlığını aldınız mı?” diye soruyor ve teşvik ediyordum. Dillerini öğrenmelerini ve çocuklarını yüksek tahsil yaptırmalarını tavsiye ediyordum. Hâlâ da ediyorum…
Konuşmalarımda ve yazılarımda sık sık şu ifadelere rastlanmıştır: “Biz bu ülkelere geldik, iş bulduk, aş bulduk. Bazılarımız eş buldu… İş-aş-eş… Yani bu ülkelerin imkanlarından istifade ediyoruz. Bu ülkelere bir borcumuz var. O da, kendi özümüzü ve kökümüzü unutmadan buralara entegre olup bu mozaiğin içinde kendi renk ve kokularımızla çiçek açmak. Bu ülkelere asal problem olmamak, bilakis problemleri çözücü olmak… Eğer problem olursak, çocuklarımızı topluma faydalı şekilde eğitemezsek, çetelere ve uyuşturuculara kaptırırsak, bu ülke insanları bizden nefret ederler ve istemezler. Siz, Türkiyemize, dışarıdan gelmiş problemleri ister misiniz? Bir empati yapalım… Onun için öyle güzel nesiller yetiştirelim, öyle güzel şeyler yapalım ki, Anadolu’nun gülen güzel yüzünü görenler “Ne iyi oldu! Bu güzel insanlar ülkemize geldiler ve güzellikleri taşıdılar!..” desinler…
Şimdi görüyorum ki, Türkiye’de zulme ve gadre uğrayan insanlarımız geliyorlar ve ilk iş olarak dil kurslarına gidiyorlar. 30-40 senedir burada olup da dil öğrenmeyenlerden daha iyi dil öğreniyorlar. Türkiye’deki yaptıkları işleri, güzellikleri de burada yapmaya devam edecekler. Kısa zamanda kendilerini toplayıp eğitim hizmetlerine hız verecekler… Amerika’ya gelenler için de aynı şeylerin olduğunu öğreniyorum ve bunun için “Bahar Geliyor!” diye seviniyorum.
20-25 senedir, “Dünyaya dağılalım. Türkiye’deki güzellikleri esnaf olarak da öğretmenlerimiz gibi dünyaya yayalım!” tavsiyesi şimdi bütün heyecanı ile Elhamdülillah tahakkuk ediyor. Bizim bahardan anladığımız böyle şeylerdir. Aynı dili konuşsak bile aynı duyguları paylaşmadığımız için bazıları “Bahar!” deyince kıştan daha soğuk şeyler düşünebiliyorlar. Ne diyeyim, kendimizi tam anlatamamışız.
Evet bahar geliyor, bahar!.
Abdullah Aymaz