Jenkins’e göre Türkiye Erdoğan güce sahip olarak kaldıkça itibar, refah ve istikrara kavuşması pek mümkün görünmüyor.
Jenkins, referendum sonucunda ‘evet’ çıkması halinde bu sonucun uluslararası kamuoyu veya Türkiye’de muhalefet tarafından ‘meşru’ görülmeyeceğini de kaydediyor.
İşte Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies’de kadrosuz olarak uzman bulunan Jenkins’in analizi:
Saatler İlerliyor: Erdoğan ve Türkiye’nin Anayasa Referandumu
The Turkey Analyst’ten Gareth H. Jenkins, Erdoğan ve Türkiye’nin geleceğini, Edoğan’ın geçmişi ile ilişkilendirerek yorumladığı yazısında, 16 Nisan referandumunu baz alarak bazı muhtemel sonuçlar öngörmüş.
Türkiye’de 16 Nisan’da yapılacak anayasa referandumu, ülkenin kronik hale gelmiş iç sorunlarını çözmeyecek, iyice derinleşen sosyal bölünmeleri iyileştirmeyecek, zayıflamış ekonomisini canlandırmayacak ve gittikçe büyüyen uluslararası izolasyonunu sona erdirmeyecek. Fakat ileride gelecek türbulansın niteliğini ve zaten son safhada olan Erdoğan döneminin devamlılığını şekillendirecek.
Erdoğan’ın Özgeçmişi
1954’de doğan Recep Tayyip Erdoğan 90’lı yılların başında, İslam Şeriatı’na girmeyi taahhüt eden açıklamalarını da içeren bir dizi provokatif açıklama ile milli bir uyanışa çağrısı yaptı. Demokrasiyi, ‘’gidilecek yere varınca inilecek bir tramvaya’’ benzettiği ünlü demokrasi tanımı ise unutulmazlar arasında. Mart 1994’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra, o dönem hala çok güçlü olan askeri bir delegasyon kendisine gizli bir ziyarette bulundu ve ‘fikirlerini kendisine saklaması, aksi halde sonuçlarıyla yüzleşeceği’ uyarısını yaptı. Erdoğan bu talebe uydu, belediye hizmetlerinde önemli bir iyileşme gerçekleştirme yoluyla, yerel bir siyasi güç merkezi kurmaya odaklandı. Aralık 1997’de Siirt’teki bir mitingde askeri ve İslami imgeler içeren bir şiir okudu. Bir televizyon ekibi hazır bulunuyordu. Erdoğan hakkında dini duyguları kışkırtmaktan dava açılmış, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan istifaya zorlanmış ve dört ay hapis cezasına çarptırılmıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi, kurulduktan sonra 2002’de katıldığı ilk genel seçimlerden sonra iş başına geldi. Erdoğan, askerden korkarak uzun vadeli amaçlarına ilişkin sessiz kalıp açıkça liberal değerleri benimserken, şimdi ulusal bir politik güç haline gelen tabanını toplamaya çalıştı. Fakat AKP’nin uzun süre iktidarda kalması, onu daha kendi güvenir hale getirdi. Özellikle Ergenekon ve Balyoz davaları ile askeri vesayetin sonunu getirdiğini gösterdi. AKP’nin Haziran 2011 genel seçimlerinde yakaladığı üçüncü büyük başarı sonrasında Erdoğan, tüm enerjisini sadece Türk toplumunu kendi Sünni İslam anlayışına göre yeniden şekillendirmek için kullanmakla kalmadı, aynı zamanda politik gücü kendi ellerinde toplamaya da yoğunlaştı.
Erdoğan ayrıca, halkın ruh halini çözmede ve skandallardan ve tartışmalı ifadelerden kaynaklanan hatalarını, gerçek bir hasar almadan, sessizce atlatarak, dikkatleri dağıtarak, politik ajandasını manipüle etme konusunda da nadir bir yetkinlik gösterdi. Halk mitinglerinde tam bir demagoji ustası olan Erdoğan, söylemleriyle hiçbir politikacının yapamadığı kadar kendisi ile Türk büyükleri arasında bağlantı kurabilme kabiliyetine sahip bir hatip. Gittikçe artan zenginliğine ve değişen yaşam şekline rağmen, hem kırsalda hem de şehirlerde onu destekleyen fakir kesim için ‘Reis’ ya da ‘Şef’ Erdoğan, kendilerinden biri. Ne zaman konuşsa, Erdoğan hem kendini hem de destekçilerini, ‘baskının ve adaletsizliğin kurbanları’ olarak sunuyor ve onların milli duygularını şişirerek, geleceğin ‘Büyük Türkiyesi’ vizyonu ile kendini hem bölgenin büyük gücü, hem de İslam dünyasının kabul edilen lideri olarak sunuyor.
2011 genel seçimlerinden birkaç ay sonra Erdoğan, büyük bir sağlık sorunu yaşadı. Kasım 2011’de ve tekrar Şubat 2012’de, bağırsak kanseri ameliyatı oldu. Son operasyon sonrası iyileşme sürecinde, Gülen Hareketi’ndeki eski müttefikleri, güç kazanmak için Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden MİT Başkanı Hakan Fidan’ı gözden düşürmeye çalıştı. Erdoğan direndi. Sonuç; kendi gölgesinde bile komplolar görüyor olsa da, Erdoğan’ın kazandığı bir güç savaşı oldu.
Nisan 2013’de, tedavisi devam ederken yapılan testler, kanserin tekrar yayılmaya başladığını gösterdi. Doktorlar ilaçlarını arttırdı. Erdoğan daha zor bir kişi haline gelmişti. Sebebi, artan ilaçlara bağlı olarak, fiziksel olabilirdi. Ama muhtemelen daha çok, Erdoğan’ın ölümcül hastalığının ciddiyetinin farkında olması ve artan ölüm endişesiydi.
Sebebi ne olursa olsun, Erdoğan’ın müthiş politik içgüdüleri onu terk etmeye başlamıştı. Mayıs 2013’de İstanbul Gezi Parkı’nda yapılması planlanan alışveriş merkezine karşı çıkanları, mahkeme kararını bekleyerek kolaylıkla yatıştırabileceği halde, mahkeme kararı ne olursa olsun alışveriş merkezinin yapılacağını söyleyerek, ülke tarihindeki en büyük protesto eylemini tetikledi. Polise, protestocuların acımasızca bastırılması emrini vererek, uluslararası itibarını yerle bir etti. Batıyı, protestocuların arkasında olmakla suçladı ve protestocuları ‘hain beşinci ayak’ olarak tanımladı.
Etkiler
Uzun dönem hedefleri ve rüyaları ne olursa olsun, AKP’nin görevde olduğu ilk yıllar boyunca Erdoğan, demokratik söylemlerle artan geniş bir halk desteğine sahipti. Bununla beraber, son yıllarda özellikle Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden bu yana, demokratik normlar ve kazanımlar son derece aşındı. Türkiye’nin demokratik bir ülke ya da bir hukuk devleti olarak anılması artık mümkün değil. Ve artık Erdoğan’ın uzun süre iktidarda kalması da mümkün değil.
Jenkins’e göre 16 Nisan’da yapılacak anayasa referandumunda eğer Türk halkı Erdoğan’ın başkanlığını ve tüm gücü elinde toplama planlarını reddederse, muhtemelen 2017 sonbaharında bir erken genel seçim olacak. Ve Jenkins, AKP’nin bu seçimlerde büyük çoğunluğu elde etmesini ve zaten fiili başkanlığa mevcut parlementer sistem ile devam etmeye karar vermesini umuyor. Bu tabi ki, ne Türkiye’nin birikmiş sorunlarını çözecek ve ne de artan otoriterizmi azaltmaya yardımcı olacak. Ve Erdoğan ‘hayır’ sonucundan kaçınacaktır çünkü eleştirilerin ve AKP içindekiler de dahil olmak üzere tüm muhaliflerin daha cüretkar olacaklarının farkında. Güç için daha da baskıcı olacaktır.
Eğer Erdoğan oylamadan galip çıkarsa, anayasa değişikliği ile önü açılan tüm başkanlık yetkilerinin, eş zamanlı yapılacak başkanlık ve parlamento seçimlerinden sonra 2019 Kasım ayına kadar yürürlüğe girmesi beklenmiyor. Erdoğan büyük olasılıkla bu kadar beklemeyecektir. Aslında onun açısından bakıldığında 2019’a kadar beklemek oldukça riskli olabilir.
Gezi parkı protestoları sırasında başlayan ve 2015’den beri artan Erdoğan siyaseten ayakta kalma mücadelesini, taraftarları arasında bir kuşatma mantığı üzerine bina etmiş durumda. Tıpkı milli irade örneğinde olduğu gibi, komplocu dış güçlerin ve onların içerideki uzantılarının sürekli saldırılarına maruz kaldıkları tezi, daha çok psikolojik bir yaklaşım. Sonuçta bu tez sadece Türkiye’nin sosyal dokusuna ve uluslararası itibarına ciddi zarar vermekle kalmadı, aynı zamanda ülke ekonomisini de sarstı. Üstelik de referandum odaklı kısa dönemlik tedbirlerin uzun-orta vadede maliyeti oldukça yüksek olacak ve ekonomideki çöküşün şiddetini arttıracaktır.
Üstelik, birikmiş sosyal gerginlik, mevcut ve muhtemel terör saldırıları, komplo teorileri ve duygu sömürüleri zaten toplumda yaygın bir tükenmişliğe neden olmuş durumda. Herhangi bir başarısızlık durumunda Erdoğan, korku politikalarıyla devam edecek gibi görünüyor. Fakat, Erdoğan bu momentumu 2019’a kadar bir büyük darbe yemeden sürdürüremez, en azından halkın yılgınlığından dolayı böyle bir darbe yiyebilir.
Rahatsız edici bir şekilde, artan otoriterliği ve gücün ellerinden kayıp gideceği fikriyle beraber, Erdoğan da yaptıklarının sonuçlarını anlayamaz ya da farkedemez hale gelmiş gibi. Gerçekten de barış, refah ve uluslararası prestij konularında verdiği sözleri tutmada düştüğü bunca hata, kendine çok güvenmesinden kaynaklanıyor.
Nisan 2013’deki ameliyat sonrası kanserden kurtuluşu , 2013-2014 Gülen Hareketi’ne meydan okuması ve Temmuz 2016’da bastırmış olduğu başarısız darbe girişiminden dolayı, kendisinin ‘yenilmez’ olduğuna inanmış olması da mümkün. Mart 2017’de genel anlamda Batıya, özelde Hollanda ve Almanya’ya saldırması; 22 Mart’taki,- eğer isteklerine boyun eğmezlerse- ‘Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı ya da Batılının, barış ve güven içinde adım atabileceği tek bir cadde-sokak olmayacağı’ şeklindeki sıradışı tehdidi, onun benzeri görülmemiş yabancı düşmanlığının bir göstergesiydi.
Sonuç olarak:
İçerideki muhalif ve eleştirmenler üzerindeki artan baskılar, bu açıklamalarla birlikte, Erdoğan’ın Avrupa Birliği ve Amerika ile kaçınılmaz şekilde arasının açılmasına sebep oluyor. Katar ve biraz da Kuveyt hariç Türkiye’nin, bölgedeki tüm ülkelerle ilişkisi gergin durumda. Rusya ile olan ilişkilerinin şartlarını ise Moskova belirliyor.
Erdoğan’ın sert taraftarlarının zannettiklerinin aksine Türkiye, tek başına ayakta duracak kadar güçlü değil. Doğrusu Erdoğan’ın acımasız tasfiyeleri ile ülkenin insan kaynaklarındaki kan kaybı devam ediyor. Üstelik de bu, onun kendi problemlerini çözebilme, özellikle de bölgesinin geleceğini şekillendirme gücünü azaltıyor.
Durumun gerçeklerinin aslında çok daha önceden gitmesi gerekliliğini göstermesine rağmen otokratların bu gerçeklikten daha uzun süre iktidarda kalma gibi bir alışkanlıkları vardır. Bununla birlikte, Erdoğan’ın en azından gelecek on yıl görevde kalma hırsına dair ihtimal az gibi görünüyor. 16 Nisan’daki ‘Evet’ oyları, dünya kamuoyu ve Türkiye’deki muhaliflerce meşru sayılmayacak ve siyasi beklentilerini devam ettirecektir her ne kadar Erdoğan’ın beklenen siyasi hayatını uzatabilse de. ‘Hayır’ sonucu ise, bu siyasi hayatının gelecek on yıldaki beklentisini düşürecektir. Fakat sonuç ne olursa, Erdoğan güce sahip olarak kaldıkça Türkiye’nin bırakın barış, refah ve itibar, istikrarı dahi sahip olması ek mümkün görünmüyor.
Çeviren: Ebru Aksay / Washington Hattı