İşte Gürhan Savgı'nın o yazısı;
Kabarık rakamlar mı yoksa ferdin daha mutlu olması mı mühim? İşte bu sorunun cevabı nasıl bir ekonomi istediğimizin ipuçlarını veriyor. Bugün dünyada rağbet gören liberal-kapitalist ekonomik sistem parayı odağına alıyor. Netice uygulandığı her ülkede nüfusun çok küçük bir bölümü, milli gelirin ve varlıkların aslan payına sahip oluyor. Yurtiçinde ve dışında yapılan araştırmaların tümü bu yönde. Sizin anlayacağınız bu sistem ‘nalıncı keseri gibi’ hep zengini daha zengin ediyor. Alt ve orta sınıf ise parasal genişlemeyle kendini zenginleşmiş hissediyor. Ancak fiyat dengelerinin aleyhlerine olması sebebiyle ona izin verilen avluda volta atabiliyor sadece. Geleceğinden emin olmayan yığınlar güvensizlik atmosferine mahkûm edilmiş. OECD ülkelerinde toplumun en altındakilerle, en üstündekiler arasında tam 9 kat gelir farkı bulunması bu duruma en iyi örnek. Nüfusun %10’u, gelirin %57’sini götürüyor.
Türkiye’de kendini ‘İslami’, ‘muhafazakâr’ kabul eden çevreler ne yazık ki bu hayati mevzunun tam olarak farkına varmış değil.
Bugünlerde dolar yine rekor üzerine rekor kırıyor. Ücretler geriliyor. Milli gelir ve ihracat giderek eriyor. Ekonomide neler oluyor? Kapitalizm kendini sürekli ‘büyüme’ üzerinden kurguladığı için kendi içinde mütemadiyen krize giriyor. Çünkü büyüme için istikrarlı artan bir tüketime ihtiyaç bulunuyor. Fakat bu noktada nüfusun ekseriyetini oluşturan kesimlerinde gelirleri artmalı ki tılsım bozulmasın. İşte ‘zurnanın zırt dediği yer’ burası. Bu sistem ücret vermeye gelince cimri, tüketime gelince cömert olunması üzerine kurulu. Bu gerçekleşmeyince sadece Türkiye’de değil, Uzak Doğu, ABD ve Avrupa büyük sarsıntıya giriyor.
Bu genel tariften sonra dönelim memlekete. Türkiye’nin hali hazırdaki ‘Saray Krizinden’ önce toplumun hafızasında yer eden bunalım 2001’de idi. Başbakanlığın merdivenlerine atılan yazar kasa ile sembolleşen 2001 krizine panzehir Dünya Bankası’ndan getirilen Kemal Derviş oldu. ‘Güçlü Türkiye’ adını verdiği bir paketle kamu iktisadi teşekküllerini ve bankaları hükümetlerin ‘ahırı’ olmaktan kurtardı. Mali disiplin sağlandı. 2002’de iktidara gelen Ak Parti kucağında bulduğu pakete sadık kaldı. ‘Duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi’ gibi 2010 Anayasa Referandumuna kadar bu sadakat sürdü. Ak Parti, bin bir badireden sonra toplumun farklı kesimlerinin desteğiyle sivil denetimi sağlayabildi. Bu tarihten itibaren ‘Başkan’ olma sevdası ekonomide 28 Şubat günlerine geri dönüşe sebep oldu. Eski virüs yeniden hortladı. Önce bağımsız kurumlar yandaşlaştırıldı. Merkez Bankası Başkanı bile fırça üstüne fırça yemeğe başladı. Kamu bankalarından yandaş firmalara ballı krediler verildi. Vergi borçları affedildi. İhaleleri kapanlar genelde havuz şirketleri oldu. Diş kirası olarak yandaşlara gazete ve televizyonlar aldırıldı. Medya hâkimiyeti sağlandı. Sonra da havuz şirketlerinin aldığı ekonomik fizibilitesi olmayan ihalelere hazine garantisi getirildi. Gelecek kuşaklar ağır bir yük altına sokuldu.
Başbakan olduğu dönemde Recep Tayyip Erdoğan, tüm siyasi hayatı boyunca ‘abi’si konumunda olan işadamı Latif Topbaş vasıtayla Suudi sermayesi ve Yasin El Kadı ile irtibatlı idi. Bu dönemde, İran, Lübnan, Katar, Vatikan gibi ülkelerden gelen kara parala iddiaları sıkça gündeme geldi. ‘Biri olmadı bir daha’ çıkarılan varlık barışı uygulamaları gerçekleştirildi. Türkiye milli gelirini 150’den 800 milyar dolar seviyelerine çıkardı. İhracatta 150 milyar dolara geldi. Bu nokta duran saatin ikinci doğru noktasıydı. İleri teknoloji ve sanayi mamulleri olmadan gelinebilecek son basamaktı. Sıcak para döneminde kaynaklar inşaat ve hizmetler sektörüne aktarılınca büyük bir fırsat kaçtı.
Artık saatin tik takları Ak Parti’nin aleyhine döndü.
17-25 Aralık Büyük Yolsuzluk Operasyonunda bütün kirli çamaşırlar pazara çıktı. Toplumun bugün hala Ak Parti’ye destek veren kesimleri bile büyük kirlenme olduğunu gördü. Ancak, iktidarın havuz medyası eşliğinde geliştirdiği ‘paralel’, ‘üst akıl’ gibi örtme taktikleri istikrarın bozulmasından korkanlar için bahane oldu. Tavrını ekranlara bakarak belirleyen kitle ‘çalıyorlar ama çalışıyorlar’ klişesi ile kendini teselli etti.
Bugünkü ekonomik sistemde %5’in üzerinde kalkınması için dışarIdan girişine muhtaç olan Türkiye de Bank Asya önce batırılmaya çalışıldı sonra da yönetimine el konuldu. Muhalif işadamları ağır denetim altına alındı. Yabancı sermaye ürkütüldü.
Böylece 28 Şubat sonrası Türkiye’de iktidara gelen Ak Parti, gücü eline geçirdikten sonra aynı hataları daha ağır bir şekilde tekrarlamaya başladı. Bunlar birike birike ve ekonomik sıkıntı olarak tüm topluma döndü. Eden bulur ya, Ak Parti’nin de oylarının erimesinde ekonomik parametrelerin büyük etkisi oldu. Giderayak, buzdağına doğru giden dümeni kilitlenmiş bir gemi bıraktı Ak Parti!
Aslında Erdoğan’ın ve ekonomi kurmaylarının sarıldığı Derviş politikaları da ideal manada vatandaşı önceleyen unsurlar içermiyordu. Ancak disiplinli, siyasetin etkilerinden nispeten arındırılmış bir yapı işlediği için Türkiye’nin ekonomik verileri iyileşti.
Bu seçimlerde emekliye verilecek 2 maaş ikramiye ve en düşük aylığın 1500 liraya çıkarılmasının milli gelir içindeki payının sadece %3 olduğu ortaya çıktı. Bu dünya içinde böyle mesela dünya nüfusunun %13’ünü teşkil eden aç nüfusu doyurmak için dünya gıda arzının sadece %3’ünü bu kesime yönlendirme yapılmıyor. Bu yapılmadığı gibi dünyada gıdanın %30’u da israf ediliyor. Yani daha adaletli bir paylaşım için öyle sanıldığı gibi büyük kaynaklara ihtiyaç yok.
Türkiye’deki israfı saymaya gerek yok herhalde. Saraylar, makam aracı filoları, bağlanan ek maaşlar… Türkiye demokratik rant devletinden, diktatör rant devletine geçiriliyordu. Bu gidişat seçimlerle şimdilik sekteye uğradı.
Türkiye’de toplum bilinçli olup, yeni ve adil bir ekonomik sistem talep edene kadar da bu böyle sürecek. Çünkü kimse durduğu yerde saltanatı bırakmak istemez.
Peki,memlekette yeni bir hükümet kurma çabaları sürerken vatandaş ne talep edecek? Çünkü bu sistem sürdürülebilir değil. Er geç tıkanıyor. Burada öncelikli görev alternatif oluşturabilecek siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, akademisyenlere düşüyor. Medyanın yeni önerileri gündeme taşıması da şart.
Detayları belirlemek idealist uzmanların işi ama ben ana detayları yazayım: Milli gelir artık ekonomik kalkınmışlığın tek göstergesi değil. ‘Banane kardeşim milli gelir şu kadar olmuş bu kadar olmuş’ Benim gelirim gerçekte ne kadar arttı? Paraya dayalı bir kavram olan ekonomi artık eşitlikçi ve sürdürülebilir kalkınmanın içinde kalmalı. Kalkınmanın farklı boyutları ön plana çıkarılmalı. Ekonomi, çevreyi sömürüp, tabii kaynakları paraya endeksleyerek suni fiyat ve piyasa işlemleriyle döndürülen bir mekanizma olmamalı. Kanaat, tasarruf, paylaşım ve maddi karşılığı olmayan işler ön plana çıkarılmalı.Güç ve aç gözlülükten şefkat ve ortak faydaya doğru bir örgütlenme kurulmalı. Aile, küçük ve orta işletmelere eğilinmeli. Unutmayalım, damlaya damlaya göl olur…