Yeni Asya Gazetesi'nden Emin Fırat Üstad Bediüzzaman'ın talabelirnden 86 yaşındaki Ali Osman Karahan ile röportaj yaptı... Kitlesel kıyım operasyonundan nasibini alan Ali Osman Karahan, ahir ömründe, 86 yaşında, ciddî ve ağır sağlık problemleri ile yaşarken, terör örgütü yöneticiliği ile suçlanarak zindanlara atılan müstesna bir insan. Tahliye olmadan önce, hücre cezasına çarptırılmış olmasına rağmen, kendi ifadesiyle “Korku elimi hiç tutmadı” diyebilen bir yiğit. Hayatını Risale-i Nur hizmetlerine adamış ve ömrü boyunca Üstad’a bağlı kalarak yaşamış örnek bir şahsiyet, nam-ı diğer “Topal Hafız.”
İşte Yeni Asya Gazetesi'nde yer alan röportajın detayları...
1930 yılında Isparta’nın Yalvaç ilçesinde doğmuş. On üç kardeşi olmuş, ancak dört tanesi yaşayabilmiş. Abisi Ali Osman’ın vefatı sebebiyle ismi Hafız Abiye verilmiş. Doğduğunda oldukça kilolu olduğundan doğum esnasında annesi hayatî tehlike atlatmış ve kendisinin de ayağı sakatlanmış.
Bu sebeple dört yaşına kadar yürüyememiş ve konuşamamış. Yürüyemediği ve konuşamadığı için annesi çok üzülüp çok ağlamış. Dört yaşından sonra konuşmaya başladığında bir daha susturamamışlar. Kendi ifadesiyle çok konuşan birisi olmuş.
Ali Osman Karahan, 1952 yılında Risale-i Nurlar’la tanışır. Üstad’la defalarca görüşüp talebesi olma şerefine nail olur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin tavsiyesi ile Yalvaç’ta talebe yetiştirmeye başlar. Ömrü boyunca Risale-i Nur hizmetinde yer alır. Yalvaç’tan Muallim Galip’ten manen devraldığı hizmet sancağını hayatı boyunca taşıyarak hayatını Risale-i Nur hizmetine vakfeder.
Tabiat ana
İlkokuldan sonra, ayağı sakat, okuyamaz düşüncesiyle ortaokula gönderilmemiş ve hafızlığa gönderilerek hafız olmuş. Ancak daha sonra dedesi, “Sen hafız oldun, şimdi köylere okumaya gidersin. Din parayla olmaz evlât, seni okula verelim” diyerek ortaokula gönderir.
Okul yıllarında muallimlerin dinî konularda kafa karıştıran soruları ve anlatımlarına maruz kalır. Hafız Abi okulda muallimlerle başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:
“Okulda muallimler tabiattan bahsetmeye başlarlar. ‘Bak tabiat ana ağzımıza diş koymuş, dört tane öne, dört beş tane arkalara’ diyerek anlatmaya başladılar. Ben de dişlerimi anamın ağzıma yerleştirdiğini düşünerek doğruca eve gittim ve anama sordum. ‘Ana sen ne güzel düşünmüşsün. Öğretmenimiz dedi ki ‘tabiat ana’ dişlerimizi ağzımıza yerleştirdi.’ Annesi: ‘Yavrum böyle bir şey olur mu? Bak bakayım şu kâinata. Bunların hepsini Allah (cc) yarattı’ deyince, ‘Nereye bakayım ana’ dedim. Anam, ‘Her tarafa bak’ yavrum deyince, ben de her tarafa baktım. ‘Bak oğlum Allah var ve gördüğün her şeyi Allah (cc) yarattı. Sen öğretmenin söylediklerine bakma. Senin ağzındaki dişlerini de Allah (cc) yarattı ve O sıraladı. Ben ağzındaki dişleri nasıl yaratıp sıralayım?’ dedi. Anamın bu sözleri beni çok etkiledi ve beynimde bazı şeyleri ispat etmeye ve sorgulamaya başladım. Anamın dediği şeyler doğruydu.
Risale-i Nurlar’la tanışma
“Bigalı bir öğretmen ‘Hakikati bilmek neden, niçine cevap vermektir’ derdi. Ben ne demek istediğini pek anlamamıştım. Ben hoca olunca, her taraftan soru yağmuruna tutulmaya başlandım. Beni susturmak için talebeler ‘Melekler varmış, biz görmeden nasıl inanalım?’ diye sormaya başladılar. Böyle sorular karşısında hafız olmama rağmen cevap vermek hususunda zorlanıyordum. Bir hafız bu tür suallere cevap verebilir mi? Tabiî ki veremez. Çünkü bu tür suallere cevap vermek veya ispat etmek bir ilme dayanır. Ben de cevap vermekte zorlanınca, ‘Bir gün gelir size anlatırım’ diyerek geçiştiriyordum. Diğer taraftan kendi kendime, ‘Bak sana soru soruyorlar ispat istiyorlar cevap veremiyorsun. Sen hoca olamazsın. Onlar pozitivizmden bahsediyor, ispat istiyorlar, sen cevap veremiyorsun diyerek dertleniyordum.
“Bir sohbet esnasında yüzlerce kişinin gözü önünde, bir kaza kurşunu ile şehit edilen ve Üstad’ın hizmetinde bulunmuş, Yalvaçlı Muallim Galip’le tanıştım.
“Muallim Galip, medrese eğitimi almış, iyi yetişmiş ve bir de divanı bulunan çok değerli bir zat idi. 1938 yılında bir kaza kurşunu ile şehit olmuştur. Denizli’den gelen bir Risale-i Nur Talebesi, çınar altında Risalelerden bahsederken, sohbet bittiğinde evlere gitmek üzere bir subay ayağa kalkayım derken, tabancası sandalyeye takılır ve tabancadan çıkan kurşun, yüzlerce kişinin önünde muallim Galip’e isabet ederek şehit olmasına sebep olur. Bu ölüm Üstad’a çok dokunur ve çok üzülür.
“Muallim Galip’le Risale-i Nurlar’dan haberdar olsam da esasında hizmetle doğrudan tanışmama vesile olan Halil Hafız’dır. Şöyle ki:
“Gelendost’tan daha önce Üstad’ı tanıyan bir Halil Hafız vardı. Çamdağı’na Üstad’ı ziyarete gitmiş. Orada iken Üstad Halil Hafız’a ‘Yalvaç’ta bir Galip Hafız var’ demiş. Halil Hafız da, ‘Biliyorum Üstadım. Biz Pazar günleri ihtiyaçlarımızı görmek için oraya gelir gideriz. Onunla görüşürüz’ demiş. Üstad da ‘Yahu Galip orada hiç hizmet edemedi galiba. Oradan gelip de bu iman derslerinden alan çıkmadı. Senirkent’ten geldiler, oradan buradan geldiler, fakat sizin kazadan sadece sen geldin. Oradan hiç gelen olmadı’ demiş. Bunun üzerine Üstad, Halil Hafız’a Latin harfleri ile yazılan Asa-yı Musa’yı vererek şu talimatı vermiş.
‘Yalvaç’a git oralarda hiç kimse Arabî hattı bilmez. Sen git ve sana ilk selâm veren kişiye bu kitabı hediye et okusun. Eğer beğenirse onda kalsın beğenmediyse o eseri al geri gel’ der.
“Halil Hafız, Yalvaç’a gelir. Kitabı hediye edeceği kişiyi aramaya başlar, ancak bir taraftan da Nurculuk propagandası yapıyor, yine hapse girerim korkusuyla ve ‘kime vereyim, kime vermeyeyim’ diye düşünürken, ‘dur şu caminin hocasına vereyim’ der. Ben de o sıra da caminin hocası izinli olduğu için, camide geçici olarak hocalık yapıyordum. Halil Hafız arkamda öğle namazını kılmış ve beni takip etmişti.
“Yanıma gelerek, ‘Esselâmü aleyküm şanslısın evlât” dedi.
“Ben de, ‘Aleykümselâm. Ama selâmın şanslısı olur mu?’ dedim. O da bana, ‘O benim selâmım değil. Emanet bir selâm getirdim’ dedi.
“Ben de, ‘Nereden getirdin?’ diye sorduğumda.
“Bana, ‘Dünyanın en büyük âliminden’ dedi.
‘Nerede bu âlim?’ dedim.
‘Dağlarda yaşar’ dedi.
O ana kadar Üstad’dan hiç haberim yoktu. O sıralar zaten arayış içerisindeydim. Bana sorulan soruların cevabı belki de buradadır diye düşünmeye başlamıştım. Bana,
‘O büyük zâta Said Nursî derler’ dedi. Ben de,
‘Hani o isyan çıkaran Şeyh Said’in arkadaşı mı? Oralarda isyan çıkarmak için mi dağlarda yaşıyor?’ dedim.
‘Hayır bu o Said değil’ dedi ve bana ilk defa daktiloda Latin alfabesiyle yazılan Asa-yı Musa’yı verdi ve gitti. Verilen kitabı okuduktan sonra içimde bir şeyler kıpırdamaya başladı. ‘Bunda bir şeyler var’ dedim, tekrar tekrar okudum.
“Bana bu kitabı veren adamın adını adresini de almamıştım. ‘Nerede bulacağım bu adamı?’ diye düşünmeye başlamışken, kitabı veren Halil Hafız’la tekrar karşılaştım.
“Okuyup okumadığımı sordu. Ben de, ‘Çok beğendim, canım kurban olsun’ dedim. İçime bir şeyler doğmaya başladı.
“Halil Hafız’a ‘Bunun gerisi var mı?’ deyince, ‘ohoo, elbette var’ diye cevap verdi. Bu cevap üzerine çok sevindim.