AKP iktidarı 90’lardan bugüne kadar süren devlet içerisindeki mafyalaşmayı yaşatmaya devam ediyor.
90’ların sonuna doğru gün yüzüne çıkan devlet siyaset mafya ilişkisi toplum içerisinde de artan tepkilere neden olurken ‘Susurluk kazası’ gibi yaşanan kırılma noktalarının ardından siyasetin bir dönemi mafyalaşma ile mücadele üzerinden kurgulandı.
AKP iktidarı da ilk yıllarında buna benzer pozisyon almaktan geri durmadı. Özgürlük vaatleriyle, ülkeyi Avrupa Birliği’ne dâhil etme iddiaları ile gelen AKP, aslında daha arka planda bırakılan bu ilişkiler ağı ile hiç kopmadı. Hatta neredeyse o günün bütün aktörlerini bugüne taşımaya devam etti.
Ülkeye sıcak para akışının kesintisiz devam ettiği sürece kadar devlet mafya ilişkisini arka planda yürüten AKP iktidarı güç kaybetmeye başlaması ile mafya, çete ilişkisini daha görünür hale getirmeye mecbur kaldı.
MHP ile kurulan ittifakın ardından ise bu ilişkiler ağı daha da genişledi. Mehmet Ağar, Alaattin Çakıcı Sedat Peker gibi suç örgütü liderleri siyaset sahnesinde daha da görünür hale gelirken 90’ların aktörlerinden Tansu Çiller gibi isimler de koşulsuz AKP destekçiliğine soyundu.
-Ülke, mafya hesaplaşmalarının olduğu uyuşturucu baronları ve çeteleşmenin artırıldığı, silah kaçakçılarının kol gezdiği bir suç mahalline çevrildi. Yargıdan siyaset sahnesine kadar her alanda bu ilişkiler desteklenirken uluslararası alanda da Türkiye suç örgütü liderlerinin uğrak noktası haline getirildi.
90’ların mafya düzeninden AKP’nin bugününe kadar süren mafya-devlet-siyaset ilişkilerini SOL Parti MYK Üyesi Alper Taş ve Gazeteci Bahadır Özgür BirGün’e değerlendirdi.
90’lı yılların saray rejiminin temellerini aktaran Taş, ‘‘Doksanlı yıllar bugünkü rejimin temellerinin atıldığı, esasen o konudaki gerilimlerin ve tartışmaların derinleştiği bir dönem’’ dedi.
SİYASAL İSLAMIN GELİŞMESİNE ÖN AYAK OLDULAR
‘‘90’lar rejim krizinin, çok çeşitli biçimlerde, kendisini ortaya koyduğu bir dönem. Bir ekonomik kriz dinamiği var. Bir taraftan Kürt sorunundan kaynaklanan bir kriz var. Savaşın şiddetlendiği, kirli savaşın adeta toplumu çürüttüğü, suikastlar, cinayetler, faili meçhuller, köy boşaltmalar var. Siyasal İslamcılığın en büyük Türkiye’deki yansıması olarak Sivas Katliamı var.
Siyasal İslamcılığın geliştiği, bir kriz dinamiği olarak ortaya çıktığı bir dönemden söz ediyoruz aynı zamanda. Şimdi bu şiddet ortamı ve bu uluslararası gelişmeler, egemen güçler arasındaki it dalaşı büyük bir kriz süreci olarak, dönemi yaşamamıza yol açtı. Bu kriz dinamikleri, doksanların sonuna doğru kontrol altına alınmaya başlandı. Yani 28 Şubat’ın ehlileştirmesinin bir ürünü olarak AKP doğdu.
Bir de Hizbullah operasyonlarla Kürt hareketine karşı konumlandırılan ve çeşitli infazlarla PKK’ye karşı mücadele geliştirilerek beslendi. Devletin kontrolü ile ortaya çıkan Hizbullah, sınırı aştı ve o da kontrol altına alındı. Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapıldı. Kürt Hareketi de Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte kontrol altına alındı.
Susurluk olayları ortaya çıktığında devrimcilerin, solun ve sosyalistlerin yıllardır dile getirdiği bir devlet gerçekliği ile toplumun yüzleşmesi sağlandı. O zaman Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) hemen bu sürece dâhil oldu. Ve ÖDP’nin toplumsallık ile halk kitleleri, halk inisiyatifleri de gelişti. “Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemi başladı. Eylemler çok yaygın biçimde bir toplumsallığa ulaştı.
Ancak aynı zamanda süreci ordu, sermaye, AKP ve cemaatlerden bağımsız ele almamak lazım. Başkanlık tartışmaları var, çok önemli. Oradaki Başkanlık tartışmaları Erdoğan ile başlamadı. Daha öncesinde Süleyman Demirel ve Özal bunu ifade ettiler, ayrıca çok istediler. AKP bu dalgayı geleneksel devlet güçlerini kendisine dönük direncini çeşitli pragmatist ittifaklar kurarak, Avrupa Birliği’ni yanına alarak, cemaati yanına alarak, sol liberalleri yanına alarak hatta Çözüm Süreci’nde Kürt Siyasi hareketini yanına alarak veya domine ederek, rejimin inşası konusunda çok önemli adımlar attı.
2017’den sonra bu adımlar gittikçe yoğunlaştı. Bir devlet politikası olarak AKP-MHP birleşti. 15 Temmuz Darbesi de bahane edilerek ya da “Allah’ın bir lütfu” olarak görülerek, o konjonktürü arkalarına aldılar. 2017 bir Başkanlık referandumu, Anayasa değişikliği ile bugünkü Türkiye’nin taşlarını döşediler. Susurluk meselesi uluslararası boyuta taşınmış. Türkiye cennet olmuş uluslararası mafya örgütleri açısından. Susurluk halkın eylemini çaldılar. Ancak Gezi direnişi, Susurluk sonrası ortaya çıkan temiz toplum, demokratik yapı talebinin 2013’te açığa çıktığı hali oldu. Gezi İsyanı önemli bir hamle yarattı. Gezi İsyanı sonrası Türkiye kanlı bir sürecin içerisine sokuldu. Tanklar ve toplar devreye girdi. Gezi’de açığa çıkan halk inisiyatifleri tekrar evlere hapsedildi."
Gazeteci Bahadır Özgür ise ülkedeki mafyalaşma ağının çok daha gerilerden başladığını ve AKP iktidarı ile yeniden şekillendiğini belirtirken halkın örgütlenmesinin bu yapılar önünde tek çare olduğunu vurguladı.
HALKIN ÖRGÜTLENMESİ TEK ÇAREMİZ
“Mafyatik ilişkilerin devlet aygıtı içine girmesi, onun bir parçası ve aparatı haline gelmesi, bence 72 Darbesi ile başlamış oluyor. Nitekim Mehmet Eymür’ün MİT raporlarında anlattığı olayların kökeni bu yıllara uzanıyor. Mehmet Ağar’ın kariyerine baktığımız zaman, bir nevi bu ilişkilerin tarihi ortaya çıkıyor. Bir polis emniyet görevlisi olarak başlıyor, emniyet yöneticisi oluyor, bakan oluyor, milletvekili oluyor, siyasetçi oluyor.
Kırk yıldır, her on yılda bir mafyatik ilişkilerin bürokrasi ve siyaset ile olan ilişkisinin ortaya döküldüğü bir skandallar zincirini izliyoruz. 2010’lardan sonra kurulan yeni ilişkiler de bugün ortaya çıkıyor. Dolayısıyla her yeni iktidar döneminde bu ilişkiler yeni baştan kurgulandığı, yeni baştan kendisine eklemlendiği bir durumla karşı karşıyayız.
Susurluk Kazasının ardından Hüseyin Baybaşin’in itirafları vardı: ‘Biz bunları siyasetle birlikte yaptık, onlara rüşvet ve pay verdiğimiz bir siyaset yoktu. Onların da hissesi vardı bizim de hissemiz vardı’
Aslında bugün ortaya çıkanlar, bunun yanında dipnot gibi kalır. Siyaset bizzat bu faaliyetlerin yöneticisi olarak ortaya çıkıyor.
AKP’nin 2002 ile 2010 arasına tırnak içerisinde temizmiş gibi bakılıyor. Burada şunu ihmal ediyoruz, organize suç ile iktisadi yapı arasında bir ilişki var. 2002-2009 arası ciddi özelleşmeler yapıldı. 70 milyar dolarlık. Cumhuriyet tarihinin en yoğun sıcak para girişi olduğu döneminden bahsediyoruz. Dolayısıyla siyaseti yönetebilmek için elde çok yoğun bir kaynak zaten vardı. O yüzden de çok açık bir şekilde kara paranın başvurulduğu bir dönem değildi. AKP o dönem kendi isteklerini yapacağı maddi imkânlara sahipti. Bu imkânlar dünyadaki konjonktürle birlikte 2010’lardan sonra azalmaya başladı. Azalmaya başladıkça kurduğu rejimi yönetebilmek için ihtiyaç duyduğu kaynak, hızla kara paraya ve uyuşturucu ticaretinden gelen gelirlere kaymaya başladı. Buna yönelik yasalar çıktı. Vergi afları, vergi barışları azaltıldı, dışarıdan gelen paranın kaynağı sorulmadı, pek çok kamu bankasına verilen ihaleler karartıldı ve soruşturulmadı. Sayıştay denetimleri ile yetkileri kısıtlandı, Soylu gibi figürler ortaya çıktı.
Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olduğu dönemde yaşananları göz önüne getirdiğimiz zaman, ne yargı harekete geçti, ne meclis harekete geçirilebildi, ne bürokrasi ne de siyaset harekete geçebildi. Ne zaman ki Süleyman Soylu’nun miadı doldu, onun kurduğu ilişkilerin bir tasfiyesi olarak, bunları öğrenmeye başladık. Çiller, Ağar, Çakıcı gibi 40 yıldır bu ilişkilerin içinde gördüğümüz figürler neden ön plana çıkıyor dediğimiz zaman, bu ihtiyacın ürünü olarak bu ihtiyaca yönelik faaliyeti yönetecek yetkin kişilere ihtiyaç duyarsınız.
Devlet kendisi şeffaflaşmadan, siyasetteki iktidar değişimlerinin bu işi çözmediklerini görüyoruz. Doğal olarak bu konjonktürde yapılması gereken, ekonomik ve siyasi kriz içerisinde, 50+1 ve Anayasa tartışmaları gibi gündemlerde emek güçleri, halkın kendi örgütlenmesini ve toplumsal muhalefetin kendi örgütlenmesini ortaya koymak zorunda. Halkın acil talepleri üzerinden, soldan, emekten yana bir müdahale geliştirmemiz gerekiyor. Toplumun, halkın kendi öz örgütlenmelerini, kendi demokrasi pratiklerini, kendi örgütlenme kapasitelerini artırmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Bizim yapmamız gereken siyaseti bu noktada toplumsallaştırmak, toplumsal muhalefet güç ve alanlarını büyütmek. Krize karşı emekten, halktan bir çözüm seçeneğini oluşturmak.”