ABD'de 27 Şubat’ta hiç can kaybı yoktu. 29 Şubat’ta ilk can kaybı açıklandı. 27 Mart’ta 2 bin 110’du hayatını kaybedenlerin sayısı. Bir ay önce 27 Nisan’da bu rakam 57 bin civarındaydı. 27 Mayıs’a gelindiğinde can kaybı 100 bini geçti.
Peki tüm bu sayıları nasıl anlamlandırmalı? Tennessee’deki Rodos Üniversitesi’nde doğal afetlerin siyaseti dersi veren tarih profesörü Jeffrey Jackson, ‘’Hepimiz bu deneyimleri ölçmek istiyoruz. Çünkü çok şoke edici, çok ağır deneyimler. Bilinmeyene bir bilinirlik hissi yerleştirmeye çalışıyoruz’’ diyor.
Tarihçi Drew Gilpin Faust’a göre bu durum yeni değil. 1800’lü yılların ortalarında ABD’de iç savaş sürerken Batı toplumlarında yeni bir sayısal hassasiyet ortaya çıkıyordu. Bu büyük can kayıplarını hesaplamaya çalışırken Amerikalılar sayıların ve istatistiklerin bilgiden de öte güç barındırdığının farkına varmaya başladı. Faust, İç Savaş’ın Amerikalılar’ı nasıl değiştirdiğine dair kitabında, rakamların, sonsuz can kaybının sayısız mezarlarına bir mantık ve düzen getirmeye yaradığını yazdı.
Bugün Amerikalılar’ın elinde 100 bin ölümü anlamlandırmaya yarayacak ve karşılaştırma yapabilecekleri geçmiş deneyimler var. 106 bin kişi kapasiteli futbol sahaları, ya da Indiana eyaletinin South Bend kentinin 101 bin 806 kişilik nüfusu gibi, bir futbol stadyumu ya da bir kent dolusu insanın üç ay gibi kısa bir sürede öldüğü anlatılmaya çalışılıyor.
ABD İç Savaşı’nda 655 bin kişi öldü. Birinci Dünya Savaşı’nda 116 bin Amerikalı, İkinci Dünya Savaşı’ndan 405 binden fazla Amerikalı hayatını kaybetti.
2014 ile 2018 yılları arasında ABD’de silahlı şiddet olaylarında 37 bin kişi öldürüldü. 11 Eylül terör saldırıları 3 bine yakın can aldı. Geçen Nisan ayında ABD’de Corona virüsüne bağlı can kaybı sayısı daha fazlaydı.
Ancak bir noktada rakamlar daha anlaşılmaz, daha soyut hale geldi. Örneğin Yahudi Soykırımı’nda 6 milyon kişinin öldürülmesi. Sayı o kadar büyüktü ki, kavraması mümkün değildi.
Lehigh Üniversitesi’nden tıp ve edebiyat uzmanı Doç. Dr. Lorenzo Servitje, insanların belirli bir ölçekte sayıyı aktaran istatistik verilerini kavramalarının zorluğuna dikkat çekerken, bu konudaki en çarpıcı adımı New York Times gazetesi attı ve geçen Pazar günü ilk sayfasını hayatını kaybeden 100 bin kişiye adadı. En küçük puntolarla da yer alsa 100 bin kişinin sadece yüzde birinin adı ve birkaç cümleye sığan hayatı yer aldı.
“Çekilen acı zamana yayılınca duyarsızlaşma başlıyor”
Ancak salgın hastalığın yarattığı ve zamana yayılan yıkım onu 11 Eylül ya da Vietnam Savaşı gibi ABD tarihinde dönüm noktası olarak kabul edilen ve çok sayıda can kaybına yol açan felaketlerden farklı kılıyor. Zira zamana yayılarak artan can kayıplarının bir süre sonra soyutlaşarak, sadece çok haneli bir rakam olarak algılanmaya başladığını söyleyen uzmanlar var.
Michigan’daki Hope Üniversitesi'nde psikoloji uzmanı Doç. Dr. Daryl Van Tongeren, insan beyninin acı çekme kapasitesinin de belli bir noktaya kadar olduğuna dikkat çekiyor. Uzman, insanların her gün yeni bir normale alışarak yol aldığını böylece asıl normalden ne kadar uzaklaştığını fark etmediğini vurguluyor.
Doç. Dr. Tongeren, çekilen acının zamana yayılmasının da bir süre sonra insanların empatisinin kaybolmasına, durumdan sıkılmasına, hatta duyarsızlaşmasına yol açtığına dikkat çekiyor.
Amerika’da bu 100 bin sayısı içinde birçok toplumsal adaletsizliği de barındırıyor. Örneğin can kaybının siyah ve Latin kökenliler arasında çok daha fazla olması gibi. Ya da bakım evlerinde yardıma muhtaç yaşlıların yalnız ölümü gibi. Kimilerine göre bu sayılar ya şişirilmiş ya da gerçeği yansıtmıyor. Ama tahminler, test sıkıntısından dolayı teşhis edilemeyen vakalar ve evinde ölenlerle birlikte bu sayının 100 binin üzerinde olduğu yönünde.
Bu noktada uzmanlar sayılara değil, başka temel konulara odaklanın diyor. Virüs durdurulamazsa ya da aramızdan ayrılanların sayısı en azından insan çabasıyla ölçülemez hale gelirse ne olur? Ölümle yaşamaya alışır mıyız? Bu soruların yanıtı henüz yok.
Yanıtı olan bir şey var. O da 100 bin sayısının Amerika için artık bambaşka bir anlamı olduğu. Amerikalılar Corona salgınında bir kez daha her ölümün, ardında bir yaşam öyküsü, onu özleyen ya da ihtiyaç duyan aile üyeleri bıraktığını, yaşananların bir istatistik verisinden ibaret olmadığını görmeye başlıyor.