Müşrikler tarafından Mekke’nin Müslümanlar için yaşanmaz hale getirilmesinden sonra Habeşistan’a yapılan Hicret ve sonraki olaylar ile Hizmet’in Türkiye’de yaşadığı kötülükler ve sonra yurt dışlarında bile olmadık zulümler arasında büyük benzerlikler var.
Sanâdîd-i Kureyş denilen Mekke’nin ileri gelen müşrikleri gittikçe acımasız hale geliyor, Müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlardı. Bunun üzerine Zümer Suresi’nin 10. Âyeti nâzil oldu: “Bu dünya hayatında ihsan şuuru ile hareket edenlere Allah’da ihsan ile muâmele eder. Şüpheniz olmasın ki, Allah’ın yarattığı yeryüzü çok geniştir. Bununla birlikte sabredip de dişini sıkanların mükâfatı, sayısız bir şekilde kendilerine verilecektir.” Bu âyetten, madem yer yüzü geniş öyleyse bu genişlikten istifade edilmesi gerekir diye bir işaret ve işmam da hissediliyor.
Efendimiz (S.A.S.) bunun üzerine: “Keşke Habeşistan’a gidebilseniz. Zira orası güvenli bir yerdir; hem orada bir melik var ki, yanında kimseye zulmedilmez!” buyurmuştu. Efendimizin (S.A.S.) bu tavsiyesinden sonra hemen hazırlıklar başladı ve Mekke’deki zulüm ve işkencelere hedef olmamak için dördü kadın toplam on beş kişilik bir ekip yola koyuldu. Başlarında Efendimizin (S.A.S.) damadı Hz. Osman vardı. Habeşistan’dan gelen birisi: “Ben Hz. Osman ile Hz. Rukiyye’yi gördüm” diye haber verince, Efendimiz (S.A.S.) “Şüphesiz Osman ve hanımı, İbrahim ve Lût’tan sonra ailecek hicret eden ilk evin sahibidir.” buyurdu.
Efendimiz (S.A.S.) bir Ramazan gününde Ka’be’de ibadet ediyordu. Etrafına insanlar toplanınca, Kur’an okumaya başladı. Necm Suresi’ni okuyordu. Bu insanlarsa, hepsi dikkatle dinliyor ve âyetlerin tesirinde kalıyorlardı. Efendimiz (S.A.S.) Secde Suresi’nin son ayetini okuyunca diğer insanlarda secdeye gitti. Bu büyük olay Habeşistan’a yansıdı. Sanki Mekke müşrikleri hakkı kabul edip secde etmişler gibi anlaşılmıştı. Onun için bazıları Mekke’ye dönmek istedi ama Habeşistan’dan ayrılıp Mekke’ye yaklaşınca meselenin öyle olmadığını anladılar. Bazıları tekrar Habeşistan’a dönerken bazıları vatan hasretiyle Mekke yolunu tuttular. Sıkıntılar katlanmaya başlayınca Efendimiz (S.A.S.) tekrar Habeşistan’a gidilmesi hususunda teşvik ve tahşidatta bulundu. Neticede 18 tanesi kadın olmak üzere 101 kişi yola çıktılar.
Kureyş müşrikleri onları geri getirmek için bir plan hazırladılar. Necâşiyi ikna etmek ve ellerinden kaçırdıkları Müslümanları kendilerine teslim etmelerini sağlamak için bu işin üstesinden gelebilecek iki adam seçtiler; bunlar Amr İbnü’l-Âs ve Abdullah İbn-i Ebî Rebia idi. Her ikisi de kralların huzurunda nasıl konuşulacağını bilen ve aynı zamanda Necâşi işe tanışıklığı olan kimselerdi. Ayrıca bu iki elçiye de tembih üstüne tembihlerde bulunuyorlar ve nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda yol gösteriyorlardı. Bir de, başta Necâşi olmak üzere kralın etrafındaki etkin isimlere çok özel hediyeler hazırlamışlardı. Hatta bu hediyeleri nasıl verecekleri konusunu bile bütün detayları elçilere anlatıyor, kraldan önce kralın adamlarına hediyelerini vererek önce onları iknâ etmeleri, arkasından da Necâşi’ye hediyesini takdim ederek gidenleri geri verme talebinde bulunmaları gerektiğini söylüyorlardı. Planlarına göre, önceden hediyelere boğularak ikna edilen, yakın markaja alınarak kulislerde yönlendirilen vezir ve din adamları da, kendi elçilerini destekleyecek ve böylelikle Necâşi de herkesin “olur” dediği bir meselede aksi istikamette beyanda bulunmayacak ve Müslümanları kendilerine teslim edecekti…
Bu süreçle Hizmete kurulan tuzakları düşünecek olursak, bir çok ülkeye aynı usulle gidiyorlar, sağa sola rüşvetler devlet hazinesinden hediyeler dağıtıyorlar. Tek istekleri açılan okulları kapattırmak oralarda bulunan öğretmenlerimizi ve esnafımızı derdest edip hapislere ve işkencelere almak istiyorlar. Devirler değişiyor ama Hak yolda olanlara yapılan cevirler değişmiyor.
Buna karşı Peygamber Efendimiz (S.A.S.) Amr İbn-i Ümeyye ile bir mektup göndererek Necâşiden kendi ülkesine gelen amcasının oğlu Câfer İbn-i Ebû Talib ve arkadaşlarına sahip çıkmasını talep ediyor ve şöyle diyordu: “Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın Resûlü Muhammet’den, Necâşiye’l-Esham’a. Allah’ın selamı senin üzerine olsun. Seni vesile ederek Ben; Melik, Kuddûs, Mümin ve Müheymin” olan Allah’a hamd ederim. Ben şehadet ederim ki, Meryem oğlu İsa, Allah’ın, Betûl, Tayyibe ve iffetli Meryem’e ilkâ ettiği bir ruh ve kelimesidir. O (c.c.), Âdem’i kendi yed-i kudreti ve nefh-i sübhâniyesi ile yarattığı gibi Meryem’in hâmile olduğu İsa’yı da kendi ruh ve nefhasından yaratmıştır. Ve Ben seni, yektâ ve eşi-benzeri olmayan Allah’a ve O’nun dostluğuna; Bana tâbî olup, Hak tarafından getirdiklerimle Bana iman etmeye davet ediyorum. Çünkü Ben, Allah’ın Resûlüyüm. Ben sana, amcaoğlum olan Cafer İbn-i Ebî Tâlip ve onunla birlikte Müslümanlardan bir grup gönderdim. Yanına geldiklerinden onlara, misafirperverliğini gösterip ülkende kalma imkanı ver ve onlara zorluk çıkarma! Şüphe yok ki, Ben, seni ve ordunu Allah’a davet ediyorum. Ben bana düşen tebliğ vazifemi yerine getirip nasihatimi yaptım; sizler de bunu benden kabul edin! Selâm, hidayet yolunu tercih edip ona tâbî olanların üzerine olsun!”
Efendimizin (S.A.S.) diplomasisi ise böyleydi…