Amir İbn-i Mâlik adında bir şahıs Peygamber Efendimizi (S.A.S.) ziyarete gelmişti. Efendimiz onu İslam’a davet ediyordu ama adam ne Müslüman oluyor ne de karşı koyduğunu söylüyordu. Tereddüt içindeydi: “Yâ Resulullah, dedi. Ashâbından bazılarını NECİD HALKINA göndersen de onlara İslâmı anlatsalar; onların bu davete müspet cevap vereceklerini sanıyorum.” Efendimiz (S.A.S.) dedi ki: “Necid halkının onlara bir kötülük yapmalarından endişe ediyorum.” Amir İbn-i Mâlik “Onlara ben KEFİLİM” diye teminat verdi.
Bunun üzerine Efendimiz (S.A.S.) Ashabı arasından 70 kişi seçerek onlardan Amir İbn-i Mâlik ile gitmelerini ve Necid halkına İslâmı anlatmalarını istedi. Ellerine de, gittikleri yerlerde bulunan liderlere verilmek üzere yazılan mektupları vermişti. Emir olarak başlarında Münzir İbn-i Amr tayin edilmişti.
Yola çıkıp da Maûne denilen kuyunun başına geldiklerinde burada konakladılar. Bir taraftan develerini dinlendirip otlatırlarken diğer yandan da Resulullah’ın gönderdiği mektupları ilgili kişilere ulaştırmayı düşünüyorlardı. Bunun için üç kişi seçerek Amir İbn-i Tufeyl’e gönderdiler. Yola çıkıp HARAM İBN-İ MİLHAN, diğer iki arkadaşını bir noktada bırakarak Amir İbn-i Tufeyl’in yanına yalnız gitmeyi deneyecekti: “Ben onların yanına varıncaya kadar sizler yakınlarında bulunun! Şayet bana emân verirlerse zaten bunu siz de görürsünüz, ancak beni öldürmeye kalkışırlarsa, hemen gider ve durumdan arkadaşlarınızı haberdar edersiniz”, diyordu.
Dediği gibi de yapacaktı. Geldi ve Amir İbn-i Tufeyl’in huzuruna girip Resulullah’ın mektubunu takdim ederek onları HAK DİNE davet etti. Kendisine Resulullah’tan mektup gelen Amir onu açıp okumaya bile tenezzül etmeyip Hz. Haram’ı öldürme talimatı verdi. Bu talimat üzerine Cebbar İbn-i Sülmâ, eline aldığı bir mızrağı Hz. Haram’a arkasından saplayıverdi. Allah Resulünün elçisi kanlar içinde kalakalmış, sırtından giren mızrak göğsünden çıkmıştı. Ölürken de nasihate devam etmeliydi ve Hz. Haram da, bir taraftan dünya meşakkatlerinden kurtulmanın, diğer yandan da Allah ve Resulü adına şehadet mertebesine ulaşmış olmanın sevinci ile dopdoluydu. Eline bulaşan kanlarla yüzünü sıvazlayan Hz. Haram’ın sinesine mızrak işlerken büyük bir haz içinde dudaklarından dökülen şu sözler dikkatlerden kaçmamıştı: -ALLAHÜ EKBER! KABE’NİN RABBİNE YEMİN OLSUN Kİ KURTULDUM! Derken, mektup hedefine ulaşamadan HARAM İBN-İ MİLHAN şehit olmuştu.
Haram İbn-i Milhan, Ümmü Süleym Vâlidemizin kardeşidir. Onun şehit olurken KURTULDUM sözü, o gün kendisini öldüren şahsın hidayetine vesile olacaktı. Çünkü bu, Cebbar için anlaşılmaz bir çıkıştı. Şaşırmıştı; elindeki mızrağı saplayıp da öldürdüğü adam nasıl olup da ölüme giderken “KURTULDUM!” diye haykırabiliyor, dünyadan giderken sürur izhar edip ölümü bu kadar aşkın bir sevinçle karşılayabiliyordu! O an için anlam veremediği bir çıkış Cebbar’ın zihnini hep meşgul edecek ve karşılaştığı insanlardan hep, Hz. Haram’ın son sözlerinin mânâsını soracaktı. Kendi kendine; ‘NASIL KURTULUŞ BU? BEN O ADAMI ÖLDÜRMEDİM Mİ?” diye soruyor ve bir türlü cevabını bulamıyordu. Nihayet bir gün bunun şehitlik arzusu ile dünya sıkıntılarından kurtuluşu ifade eden bir SEVİNÇ BELİRTİSİ olduğunu anlayacak ve duyduğu dehşet karşısında: “Allah’a yemin olsun ki, gerçekten de KURTULMUŞ”, diyerek gelip Müslüman olacaktır.
Bu durum bizlere bir ders ve ibret vesilesi olmalıdır. Yani Sahabe Efendimiz (r.a.) vefat edip giderken ve şehitlik pâyesine yükselirken, ihlas ile öyle bir söz söylüyor ki, onu öldüren Cebbarın vicdanına tesir ediyor.
Bir Alman Büyükelçisinin, bir yolculuğu sırasında otobüslerin durduğu alanın bir kenarında namazını kılan bir Müslümanın ihlaslı ibadeti kendisine öyle tesir ediyor ki, senelerce onun namaz kılış silüeti hiçbir zaman gözünün önünden gitmiyor ve bir zaman sonra Müslüman olmasına vesile oluyor. Gerçekten ihlasta büyük bir kuvvet ve tesirli bir güç var. İhlası içimize yerleştirerek, içselleştirerek ve özümseyerek hem kendimize hem insanlığa faydalı olmalıyız.