Ekrem Dumanlı / Tr724
Al sana direniş
Devlet, bütün imkânları ile seferber olmuş üzerlerine üzerlerine geliyordu. Vatan haini ilan edilmişlerdi. Kara listelere alınmışlardı. Ağır cezalar almış, hapishanelerde yatmışlardı. Onca olumsuzluğa rağmen bir gün gizlice bir araya geldiler. Sağlığı da morali de bozuk bir aydın diğerine sordu: Ne yapmamız gerektiğini düşünüyorsun?
Cevap çok sade ama çok derindi: NE YAPMAMIZI İSTEMİYORLARSA ONU YAPACAĞIZ!
Evet; aynen böyle demişti Amerikalı senaryo yazarı James Dalton Trumbo.
McCarthy dönemi yaşanıyordu Amerika’da. Cadı avı yapılıyordu her mahfilde. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar fişleniyordu birer birer. Öğretmenler, askerler, bürokratlar sorgulanıyor, hapse atılıyordu. Aralarından zayıf karakterli bazı tipler seçiliyor, itirafçı olması sağlanıyor, meslektaşlarını gammazlayan bu tiplerin iftiraları üzerinden kara propaganda yapılıyordu.
Bir de faşist yöntemleri can-u gönülden destekleyen gazeteciler vardı. Onların mağrur bir şekilde parmaklarının ucuyla birini işaret etmesi, ‘hain’ yaftası için yetiyordu. Ve bu ‘hain’lerin adlarının yer aldığı bir ‘kara liste’den bahsediyordu herkes.
Belki de en ağır sınavı Hollywood verdi o dönemde. Baskılara dayanamayıp arkadaşlarını ihbar edenler oldu: Ünlü sinema yönetmeni Elia Kazan gibi… “Aman bana da sıra gelir” diye korkudan yüreği çatlayacak hale gelip araştırma komisyonlarına ihbarda bulunan yapımcılar oldu. “Ben onların örgüt olduğunu bilmiyordum” diye başlayan ifadeler, kamuoyunda oluşturulan ihanet algısını pekiştiriyordu. Çözülenler, savrulanlar, tetikçiler…
Bir de direnmeye karar verenler vardı. Trumbo gibi. Pek çok meslektaşı gibi o da ‘kara liste’ye alınmıştı. Senaryo yazamıyordu artık. Vaktiyle yazdığı ve övgüler aldığı senaryolara verip veriştiriyordu goygoycu medya. En ağırına giden de bir zamanlar yakın dostu olan bazı meslektaşlarının faşist yaklaşımlar sergilemesi ve linç kampanyalarında en ön safta yer almasıydı. Kim gibi? Kovboy filmlerinin tartışmasız en önemli aktörü John Wayne gibi. Meşhur kovboy, cadı avının önde gideniydi. Bir infaz timi, ‘komünist!’ diye yaftaladığı meslektaşlarını ‘vatana ihanet’le suçlarken somut bilgi ya da belgeye bakmıyordu.
Medya aleyhlerindeydi, politikacılar aleyhlerindeydi, meslektaşları aleyhlerindeydi; hatta halk kitlesi bile aleyhlerindeydi.
Ve en kritik soru karşılarında duruyordu: Ne yapmak lazım?
Trumbo’nun cevabı hiç değişmedi. Yazarak direnecekti. Faşizmin en çok korktuğu, engel olmak için kırk dereden su getirdiği bir eylem: Yazmak!
Hapse atıldılar, dışlandılar, şeytanlaştırıldılar… Bütün bunlara rağmen senaryo yazabilirdi; ama Trumbo ismi kara listenin en tepesinde duruyordu. O liste orada durdukça hiç kimse onların yazdığına itibar edemezdi. Bir formül buldu Trumbo sonunda. Bir arkadaşını ikna etti ve senaryonun üzerine onun ismini yazacaktı. Kabul etmedi ilkin arkadaşı; dürüstçe bulmadı. Tek bir satırında bile emeği olmadığı senaryoya nasıl sahip çıkabilirdi? Ne var ki başka çaresi de yoktu.
Bir anda ortaya çıkan bir yetenekle karşı karşıya geldi Hollywood. Senaryo talepleri arttıkça diğer yazar arkadaşlarını da yazma eylemine kattı Trumbo. Kara listede adı geçen herkes (çeşitli tedbir metotlarına başvurarak) yazmaya başladı.
Cadı avı devam ediyor, aslı astarı olmayan iddialar havada uçuşuyor ve entelektüeller üzerindeki baskı hızını hiç kesmiyordu. Buna rağmen kendilerine ve aile fertlerine zarar gelmesinden çekinen fikir ve sanat isçileri, müstear isimlerin gölgesine sığınarak yazmaya devam ettiler.
Bu arada beklenmedik bir olay yaşandı. Trumbo’nun yazdığı ama başka bir isim üzerinden yapımcı firmaya verilen bir senaryo Oscar ödülü aldı. Herkes senaristi merak etmeye başlamıştı. Hollywood’un sahne gerisinde fısıldanan “Senaryonun gerçek yazarı Trumbo” cümlesi önce bitik yapımcıların kulağına çalındı. Bunlardan biri de Trumbo ve arkadaşlarının eski dostuydu. Mahkemeye gelip aleyhlerinde ifade vermiş, kendini kurtarmak için John Wayne ve avenesine teslim olmuştu. İflasın eşiğinden dönebilmek için aleyhinde şahitlik yaptığı Trumbo’ya ulaştı eski dost/yapımcı. En azından elindeki senaryoyu gözden geçirmesini rica etti.
Trumbo, “Sen nasıl bir felakete sebep olduğunu bilmiyor musun? Sen ve senin gibi adamlar yüzünden insanlar hapse atıldı, ölenler oldu!” demesine rağmen adamın baskılar yüzünden yaşadığı korku ve pişmanlığa acıyarak yardım etti.
Hollywood kulislerinden “Kara liste deliniyor!” dedikodusu yükselir de Amerikan medyasının tabloid tetikçileri duymaz mı? Yapımcıları, “Bu hainlere iş veriyormuşsunuz” diye azarlamaya başlayan McCarthy’ci basın, çemberi daraltmaya başlamıştı çoktan. Ve nihayet Trumbo’ya ulaşarak tehdit etmeye de varacaktı iş. Tek dertleri vardı görünürde: Yazmalarına engel olmak.
Aslında baskı arttıkça faşizmin ömrü tükenmekteydi. En güçlü oldukları an, en zayıf duruma düştükleri zaman dilimiydi. Trumbo ve arkadaşlarının etrafında örülen faşist duvar da baskının en yoğun olduğu döneme rastladı.
Bir gün Trumbo’nun kapısı çalınır. Elinde tuğla gibi bir senaryo ile gelen, dönemin en popüler aktörü Kirk Douglas’tır. O yoğunluğun içinden duru ve etkili bir hikâye çıkarmak istemektedir. Yasaklı olmasına rağmen Trumbo’dan ince işçilik talep etmektedir.
Cadı avcısı tetikçi medya bu gelişmeden haberdar olur. Tehditler uçuşur havada. Douglas, Trumbo’nun adının senaryoya yazılmaması şartını kabul eder. Daha doğrusu kabul etmiş gibi yapar. Ta ki filmin vizyona girmesine çok az bir zaman kalacağı ana kadar. Yasağı öyle bir zaman diliminde deler ki filmin yok edilmesine ya da yeniden çekilmesine imkân kalmamıştır. Bunun üzerine Spartakus (1960) filminin boykot edilmesi gerektiğini savunur yasakçı medya. Tetikçi kalemler “vatan hainliği” yaftasını vurduğu kişilerin bir yudum su içmesine bile izin vermek istemez. Onlar istemiyor diye düşünceler sonsuza kadar tutsak mı kalacak? Hayır.
Bütün faşist uygulamalar bir gün (çoğu zaman da küçücük ve naif bir hamle ile) yerle bir olur. Filmin boykot edilmesi çağrılarına rağmen seyirci, sisteme başkaldıran bir adamın hikayesini (Spartaküs’ü) sever. Bir de dönemin Amerikan Başkanı John F. Kennedy sinemaya gidip filmi çok beğendiğini söylemez mi! İşte o gün, faşist boykot bitmiş, korku üzerine kurulu cadı avının çadırı güüürrr diye çöküvermiştir…
2015’te filmi de yapılan Trumbo’nun hikayesi ne kadar çok çağrışımlar taşıyor değil mi?
Hikâye hep aynı. Çare de belli!
Yazarak direnme, konuşarak direnme, değer üreterek direnme…
Bir tenha köşeye çekilip herkese ayar verme, “sen konuş, sen konuşma” tarzında ombudsmanlık taslama ya da hayatın tabii seyrini ve mücadele etme sürecini/zorunluluğunu görmezden gelme gibi tercihler, faşist sistemlerin özelliğidir. Aydınlar, armudun sapı uzumun çöpüne odaklandıkça, demagoji yapmayı değer üretmeye tercih ettikçe, faşistler davul zurna çalarak mazlumların üzerinde tepinmeye devam eder. Bunun vebali de burnunun ucuna odaklanmaktan ufka bakmaya vakit bulamayan aydınlara aittir.
Sözü olan konuşur, değer üretir, direnir…
Değer üretemeyen, laf üretir…
Trumbo’nun dediği gibi, yapılacak tek şey varsa o da baskıcı rejimin yapmamamıza izin vermediği tek şeydir: Yazmak. Faşizmi yıkacak güç, hiçbir zaman laf ebeliğinden geçmedi ki! Her daim yazarak direnenler vesile olmadı mı diktatörlüğün çürüyüp gitmesine…