Efendimiz (S.A.S.) bir hedef göstererek güneşin doğup battığı her yere gidilmesini, İslâmî güzelliklerin yaşanılarak temsil edilmesini istiyor. Bir İslâmî hüküm ortaya konulduğunda ilk icrâcı Efendimiz (S.A.S.) olurdu. Yani önce kendisinden ve en yakınlarından başlardı. Mesela beş vakit namaz farz ise, üzerine ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Kan davaları kaldırılmışsa ilk kaldırdığı Abdülmuttalip oğullarının kan davası olurdu. Faiz yasaklanmışsa “İlk kaldırdığım fâiz, amcam Abbas’ın fâizi” derdi. Aynen bunlar gibi eğer güneşin doğup battığı yerlere gidilecekse, en başta Efendimiz’in (S.A.S.) en yakınlarının birer tohum gibi dünyanın her tarafına gitmeleri gerekiyordu. Ama düşünelim, hadis-i şerife göre “Efendimizin Mescidinde kılınan bir namaz başka bir mescidde kılınan namazdan bin kat daha sevaptır.” Ka’be’de kılınan ise yüz bin kat daha sevaptır. Sevap ise sevap. Bütün tarih, bütün akraba ve taallukların hatıraları ve mezarları, Mekke ve Medine’de. Şimdi bu insanlar nasıl gitsinler. Fakat mesele hiç de öyle değil.
Tirmizi hadisine göre, Efendimiz (S.A.S.) bir gün Abdullah Bin Revaha’ya “Bir birlik hazırla, sefere çık!” buyuruyor. Medine bir şehir devleti. Sınırlar seriyye denilen askeri birliklerle korunuyor. Abdullah Bin Revaha birliğini hazırladı, onları gönderdi. “Ben arkadan geliyorum.” dedi. Çünkü o gün Cuma idi. Cuma namazını Efendimiz’in (S.A.S.) arkasında namazı kılacak büyük sevaplar alacak sonra sefere çıkacaktı. Cuma namazından sonra, Efendimiz (S.A.S.) kendisini görünce, “Sen gitmedin mi?” diye sordu. O da “İşte sizin arkanızda bir Cuma kılıp öyle gideyim, diye düşündüm.” deyince “Sen kaybettin. O sefere çıkanların kazandığına nâil olman için dünya dolusu infakta bulunsan kazanamazsın.” buyurdu.
Demek ki, sefere çıkmak, hizmet için hicret etmek, çok daha önemli imiş…
Ama insanlar bir türlü çıkamıyor. M. Fethullah Gülen Hocaefendi, 1993’ten beri aynı şeyleri söylüyor: “Hizmet Türkiye’de yapacağını yaptı. Bir milyon insanımız çıksın, on milyon insanımız çıksın; birer tohum gibi cihana dağılın… Tohumun sırrı toprakta çözülür.” diyor. Kaç kişi çıktı?
Nasıl asr-ı saadette kabuktan çıkılmayınca kaderin derin takdiri ile önce Emevilerin bazı zâlimlerini, sonra da Abbasîlerin bazı zâlimlerini musallat etti de cebr-i lütfî ile onlar dünyanın pek çok yerlerine gittiler. Şimdi de kader zalimlerin eline büyük imkanlar verdi de bizleri dünyanın her tarafına dağılmamız için ülkemizden sürüp çıkardılar.
“Lâtif Nükteler” kitapçığında, Albay Hulusî Ağabey’in Bediüzzaman Hazretlerine “Üstadım, dedemin kitapları arasında ‘Seyyid Muhammed’ diye bir imza gördüm. Acaba ben seyyid miyim?” bir sorusu var. Ben çok hayret ederim. Birilerinin yüz sene önce dediklerinden birisi paşa olsa “Ben paşa torunuyum” diye hava atar. Peki, bir Peygamber torunu kendinin ne olduğunu niye bilmez, derim. Üstad Hazretleri de şöyle cevap verir. Âl-i Beyt’ten olmak, seyyid olmak iki çeşittir. Birincisi nesebidir. İkincisi mânevî seyyidliktir. Yani Efendimizin (S.A.S.) davasına sahip çıkmayı hayatın gayesi yapanlar da mânen âl-i beytten sayılır. Sen bir kere baştan âl-i beytsin… Ayrıca ben hep “Bu Hulusi ne şimdiki Türklere ne de Kürtlere benziyor. Onda başka bir asalet var. Dedenizin imzası boşuna değil, sen nesebi cihetten de Âl-i Beyt’tensin.”
Zaten mahkemelerdeki müdafaalarında “Sen Seryyid misin?” sorularına, “Biz Risale-i Nur talebeleri Mânevî seyyidiz.” diye cevap vermiştir.
Eğer biz mânevî seyyidliğe liyakat kazanmışsak, onların başına gelenleri ister mazhariyet, isterse maruz kalmak desek bile, mutlaka benzer şeylerle karşılaşacağımız muhakkak olsa gerek. “Saltanat elimizden gitmesin” diye nesebi Âl-i Beyte zulüm ve gadirde bulunanlar olduğu gibi, mânevî seyyidlere de elbette benzer şeyler olacaktır. Bu bakımdan bu süreçte başımıza gelenlere biraz da böyle bakmamız gerekir… Bir başka yazımızda M. Fethullah Gülen Hocaefendinin Âl-i Beyt ile ilgili bu husustaki değerlendirmelerine de bir göz atarız inşaallah…