Dr. Ali DEMİREL -SAMANYOLUHABER.COM
Saadet asrına baktığımızda Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarını belli bir seviyenin insanları hâline getireceği âna kadar hep iman tahşidatı yaptığını görüyoruz. Çünkü gelmesi muhtemel bütün sıkıntılara tahammül edip zulme meydan okuyabilmek için gerçek anlamda bir mü’min olmak gerekiyordu.
İman, küçük meselelere takılmamak için de gerekliydi. Ancak bu, öyle “inandım” demekle elde edilebilecek bir keyfiyet de değildi. Zira onun da dereceleri vardı ve matlup olanı, gayb perdesi açılsa bile yakîni değişmeyecek kadar hakiki olanıydı.
Üstelik hata ve kusurlar, imanla çok kolay aşılıyordu. Allah’a ve âhiret gününe inanan insanın, “Ne yapayım, elimden bu kadar geliyor! Yapamıyorum!” gibi bir mazereti olamazdı. Zaten Allah (celle celâlühû) insanı, gücünün yetmediği ile mükellef tutmuyordu. Öyleyse Allah’ın ve Resûlü’nün “Olsun!” dediği her şey, herkes tarafından yapılabilecek, üstesinden gelinebilecek bir şey demekti.
Bir kere inandı mı insan!
İnanınca işler ne kadar da kolay yoluna giriyor, en problemli meseleler nasıl da kolaylıkla çözülüveriyordu. Bir kere inandı mı insan, yapması gerekeni bir daha ona söylemeye gerek kalmıyor ve o mü’min, durumdan vazife çıkarıp yapması gerekenleri, kendisine söylenmeden yapıyordu.
Allah’ın her şeye nigahban oluşu, atılan her adımdan haberdarlığı ve yarın küçük-büyük her şeyin hesabının verilecek olması gibi gerçekler, vicdan üzerinde öylesine bir mekanizma kuruyordu ki bir kere zihnine yanlışı “yanlış” olarak kodlayan mü’min, bir daha o yanlışın semtine bile uğramaz oluyordu.
Büyük bulaşma var
Hakiki manada inanan bir insanın hayata, insana ve geleceğe bakışı da çok farklıydı. Güzel gören güzel düşünüyor, güzel düşünen de hayatından lezzet alıyordu.
Geçen her gün, kıldan ince ve kılıçtan keskin bir hesap gününe doğru akıyordu. Gelecek o gün, terazisi şaşmayan bir gündü ve hemcinsinin boynuzundan burada korkan koyun bile orada boynuzlusundan hakkını alacaktı. Böylesine sağlam bir mahkeme-i kübrâ, bu kadar hassas bir büyük buluşma varsa -ki vardı- kimin kimde hakkı kalabilirdi ki!
Öyleyse Ebû Cehillerin üç günlük havasına aldanmamak gerekiyordu. Ebû Leheblerin mağrur duruşuna, Ümmü Cemillerin şımarıklığına takılmaya da gerek yoktu. Adalet-i ilahiyenin tam tecelli edeceği günün akabinde gidecekleri yer daha şimdiden belliydi.
Mazlumun hakkı
Hem, yarınlarda ebedî müflis damgasını yedikten sonra bugün Kârûn olsan ne yazar!
Uyusa da Utbeler, uyumayan bir Deyyân var.
Bugün bir nebze canı yansa da Ammâr’ın, rahmetiyle başını okşayan bir Rahmân var.
Mizan var!
Sırat var!
Hesap var!
Kitap var!
Hani bazen zâhirde zâlim zulmüyle gidiyor gibi görünse de bu terazi bir gün kurulacak ve bir büyük mahkemede mazlumun hakkı, kuruşuna kadar tahsil edilecek. Dünyevî mahkemeler nasıl kurulmuş ve adalet sarayları boşuna yapılmıyorsa uhrevi mahkemeler de kurulacak ve sorgu için mahşer yeri hazırlanacak.
Dün geçti. Bugün var, yarın gelecekse, yarının yarını da gelecektir elbet.
Mazluma ve mazlumlardan yana saf tutanlara müjdeler olsun...