Hapishaneden mektubunu okuduğumdan beri özellikle geceleri aklımda Ayşenur. Hani özgür habere erişimi olan küçük bir kesimin haberdar olduğu ama çoğunluğun hipnoz uykusundan uyanamadığı için halini duymadığı genç gazeteci.
Ayşenur Parıldak, Zaman gazetesinde adliye muhabiri ve aynı zamanda hukuk öğrencisiydi. Fuat Avni adlı anonim hesap kendisini takip ettiği için Tayyip Erdoğan’a göre ‘Allah’ın lütfu’ olan 15 Temmuz sonrası tutuklandı. Hiçbir normal ülkede olamayacak bu rezalet yetmezmiş gibi Silivri’den Cumhuriyet gazetesine ulaştırabildiği mektup sayesinde o cehennemde neler yaşandığına dair bir fikir sahibi olabildik.
Ayşenur, alkol aldıktan sonra kendisini sorgulayan polislerin cinsel tacizine maruz kalmış, aynı zamanda tecrit edilmişti. Ülkenin içine düştüğü faşizmin boyutlarını düşününce ‘bizi unutmayın’ feryadı gayet haklı bir endişe haline geliyordu. Zira halkın çoğunun Ayşenur gibilerin yaşadığı zulümlerden, haksızlıklardan haberi yoktu. Olanlar da ‘cadı avı’ ateşine odun taşımakla meşguldü.
Nazileri destekleyen Almanların utanç duyması gibi gelecek nesiller bu ‘oh olsun’culardan utanç duyacaktı ama şu anda ‘vurun Cemaate’ demek hem zahmetsiz hem de kârlı bir ticaretti. Bir yandan hala 28 Şubat mağduriyetlerini anlatan sözde dindarlar, o dönemi kat be kat aşan zulümleri nasıl görmezden geliyor sorusunun cevabı sosyal psikolojiye konu olacak kadar önemli bir soru. Hakan Şükür’ün evinden çıkan dini kitapları suç unsuru gibi lanse edebilmeyi ya da birilerinin helal kazancının gasp edilip hak etmeyenlere peşkeş çekilmesini sözde dindarların nasıl sindirebildikleri gibi. Demek ki bu toplumun kumaşı bu diye düşünmemek zor…
Yüzüne bakınca bile masumiyet ve narinlik hissi uyandıran Ayşenur günün birinde bu acılar bittiğinde hayatına nasıl devam edecek, bu travmaları aşabilecek mi diye düşünürken, bugünlerde AKP’nin cehenneme çevirdiği Türkiye’nin adı sadece tabelada kalan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ arsızca hapishanelerde işkence yok diyor.
Sadece Ayşenur değil, onlarca adı sanı-işkencecisi belli vaka varken, hapishaneler denetime kapanmışken, hatta Silivri’de olanlar duyulmasın diye mektup göndermek bile yasaklanmışken, hayattaki tek amacı diktatöre yaranmak olan bir bakan yüzümüze baka baka yalan söylemeye devam ediyor. 17 Aralık’tan bu yana maskeleri düştüğünden beri yalanın hayat tarzları olduğu zaten anlaşıldığı için belki bu duruma şaşmamak gerek. Ne var ki, ilahiyat eğitimiyle başlayıp sadece en sadık yalakalardan biri olduğu için adalet bakanlığına yükselebilen Bozdağ’ın ahrete inandığını varsaydığım için şaşırtıyor beni bu derece büyük yalanlar.
Politikacıların ve sözde aydınların karakter sorununu, Doğan Medya’nın havuzdan beter hale gelmesini ve halkın gerçeklere erişimi olmamasını bir kenara bırakalım. Bunlara güvenerek yalanlarınızı yavşaklık tabirinin içini dolduran tavrınızla yayabiliyor olabilirsiniz Bekir Bozdağ. Peki, işkence yok yalanını bir de Ayşenur’un yüzüne bakarak söyleyebilir misiniz? Gerçi bu pişkinlikle onu da yapar, aldığınız ‘çakma fetvalarla’ işkenceyi bile meşrulaştırırsınız. Peki ya inandığınızı söylediğiniz ahiret hayatı başladığında Allah’ı da kandırabilecek misiniz?
Sizin bitmek tükenmek bilmeyen para ve iktidar hırsınız ve bu amaçla her kutsalı sömürmeniz zaten onca insanı dinden soğuttu, ama ahiret inancı olmayan insanlar bile artık sadece bir gün hesap verebilmeniz umuduyla cehennem denen yer vardır diye dua ediyor.
Ama umarım cezanız ahirete kalmaz, masum insanlara yaptığınız her zulmün bedelini bu dünyada da ödersiniz. O nedenle de herkese başına gelenleri yazmak, işkencecileri kayda almak ve medeni dünyaya ulaştırmak gerekiyor. İnsanlık onurunu zedeleyen ve tam da bu nedenle zaman aşımı olmayan işkence, yapanın yanına kâr kalmamalı. Bu vakaların takipçisi olmak Ayşenur’a ve onun gibi nice masumlara karşı yapabileceğimiz asgarî insanlık görevi…