14 Aralık 2014, gece yarısından birkaç dakika alınmış henüz. Zaman Gazetesi’ne (ve STV’ye) polis baskını olacağına dair dedikodular ayyuka çıkmış. Gecenin geç vakti olmasına rağmen insanlar akın akın gazetenin önüne geliyor. Her yaştan her kesimden insan var Yenibosna’daki Zaman binasının önünde. Gecenin soğuğuna aldırmaksızın gazetesine sahip çıkan binlerce okuyucunun karşısına çıkan yazarlarımız ve yöneticilerimiz yaptıkları konuşmalarla insanları teselli etmeye gayret ediyorlar. Gözyaşları içinde bizi dinleyen ve neler yaşandığına bir anlam veremeyen insanlar gördük. Yüreği gazetesi için atan o muazzam bir kitleyi unutmak mümkün değil…
Sabahın ilk ışıkları İstanbul üzerine vurduğunda gazete binasına polis baskını başlıyor. Zaman çalışanlarının heyecan ve helecan ile dimdik duruşu, tarihe silinmez bir iz bırakıyor. Polis, Zaman çalışanlarının demokratik direncini görünce geriye dönüyor. Daha büyük bir operasyon bekliyoruz şimdi. Haber gönderiyor bize emniyet yetkilileri ve diyorlar ki: ‘Arkadaki okul ve park bahçesinde yüzlerce çevik kuvvet polisi bekliyor. Ya sessiz sedasız teslim olun ya da en sert şekilde içeri gireceğiz.’ Kararımız belli: ‘Gelin emanetinizi alın. Hiç kimse olay çıkarma niyetinde değil; görevinizi usulüne uygun yapın.’
CEMAAT-AKP KAVGASI DEĞİLDİ
Bütün bu olaylar yaşanırken Türk medyasının çetin bir sınav verdiğini görüyoruz. Daha ilk dakikadan itibaren ‘Oh olsun!’ havasına bürünmüş televizyon kanallarına rastlıyoruz. Güya demokratlar, güya liberaller, güya basın özgürlüğüne çok önem veriyorlar. Bir dünya markasını kanal isminde taşıyan bir TV’nin en tepe yöneticisi arıyor, geçmiş olsun diyor. Ona ‘Türkiye’nin en köklü ve en çok satan gazetesine polis baskını yapılmasına üzüldüğümden daha çok sizin bu haberin altına yazdığınız yazı üzdü’ diyorum. Utanıyor. Görmediğini söylüyor, değiştireceğini söylüyor ama anlaşılan o ki birileri Zaman’a yapılan baskını sempati ile karşılıyor.
Biz de o gün ısrarla bu mevzuun ‘Cemaat-AKP kavgası’ gibi basit bir çerçeveye indirgenemeyeceğini; meselenin daha vahim bir noktaya kaymak üzere olduğunu söylüyoruz. Tabii ki duyan da yok dinleyen de. Hal böyle olunca, bir konuşma yapma ihtiyacı hasıl oldu. Israrla şunu söyledik: ‘Bugün Zaman Gazetesine bu kötü muameleyi yapmaya cüret eden zihniyet, yarın bütün medya gruplarına aynı zulmü reva görecektir.’ Bütün yazarlarımız, yöneticilerimiz aynı kaygıyı dile getirdi; ne var ki kendi gölgesi ile boğuşmaktan bîtap düşmüş Türk medyasının yaklaşan kabusu görmesi mümkün değildi. Bu acı manzara karşısında isimler vermeye de başladık. ‘Sıra Cumhuriyet’e de gelecek, Sözcü’ye de gelecek, Doğan Grubu’na da gelecek…’ gibi açık adresler verildi.
Öteden beri Cemaat düşmanlığı ile basireti bağlanmış bazı meslektaşlarımız düğün dernek bir hava yaşıyordu. Sıranın kendilerine gelmeyeceğine o kadar inanıyorlardı ki!
14 ARALIK’TAN BU YANA 3 YIL GEÇTİ
Zaman ve STV’ye yapılan ilk polis baskının üzerinden neredeyse 3 yıl geçti. ‘Yok canım! O kadar da olmaz!’ denen neler yaşandı neler. İktidara kul köle olmayan bütün medya kuruluşlarına el kondu, yılların medya şirketleri resmen gasp edildi. Üstelik Anayasa’daki basın özgürlüğü garanti altına alan maddelere rağmen yapıldı bu işgaller.
Hürriyet Gazetesi iki defa taşlı sopalı saldırıya maruz kaldı. Camlar çerçeveler kırıldı, insanlar tartaklandı. Türkiye’nin en köklü medya gruplarından birinin merkez binasına açıkça saldıran ve terör estiren AKP’liler hakkında ciddi bir işlem yapıl(a)madı. Eşkıya ruhu kanın kokusunu almıştı bir kere. Çapsız tetikçiler televizyon ekranlarından hedef göstermeye devam ediyordu. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’a atılan meydan dayağı, basına gözdağı vermenin mafyatik bir aşamasıydı. Ardından çapsız televizyon maskaraları Aydın Doğan’a terör suçlaması yaparak, savcıları hareket geçirerek Doğan Grubu’nu teslim almaya başladı.
Cumhuriyet gazetesine yapılan baskınlar ve açılan davalar Zaman’la başlayan ‘özgür basını yok etme’ hamlesinin devamı idi. İşin bu raddeye geleceği ta 2014’te belliydi ama ‘kendine demokrat’ aydınımız başını kuma sokarak bu gerçeği görmezden geldi. Ne acıdır ki, ‘kendi mahallesinin tutsağı haline gelmiş aydınlar’, ötekinin başına gelen her bela ve musibete, ‘Kardeşim, onlar da hak etti!’ çapsızlığı ve umutsuzluğu ile yaklaştı. Ve maalesef kabus dalga dalga esir aldı Türk medyasını…
SÖZCÜ’YE YAKIŞTIRAMAMIŞTIM
Zulmün son kurbanı Sözcü Gazetesi. (Sözcü, Cemaat gazetesi diyordu ya Fehmi Koru. Bugünlerde tekrar alevlendi o tartışma… Fehmi Bey’in bu absürt, saçma ve dayanaksız iddiasına cevap vermeye değer mi emin değilim. Biz yine de asıl maksadı da kaçırmayalım ve ‘oh olsun’ demiyoruz diye not düşelim.) İlk defa diyorum: Zaman’a vahşice yapılan baskın sonrasında en üzüldüğüm olay Sözcü’nün attığı manşet ve neşrettiği fotoğraftı. Today’s Zaman Gazetesinin yayına başlaması vesilesiyle düzenlenen resepsiyonda çekilmiş Erdoğan ile benim fotoğrafımı basarak, “oh olsun!” havasını doya doya teneffüs ediyorlardı.
Üzüldüm, yakıştıramamıştım Sözcü’ye; pek çok gazeteye yakıştıramadığım gibi. Tamam, pek çok gazete(ci) ile fikrilerimiz uyuşmuyordu, hayat tarzlarımız farklıydı ama sonuçta hepimiz gazeteciydik. Birimizin yok edilmesi hepimizin yok edilmesi anlamına geliyordu. Bu gerçeği idrak edemedi ideolojilere esir düşmüş medyamız. Ve şimdi çok ağır bir fatura ödüyor.
Sözcü’nün uyduruk suçlamalarla susturulmaya çalışmasına ben şahsen “oh olsun” diyemem. Hatta geçmişteki gafletiniz bugünlere gelmenize neden oldu da diyemem. Doğru olmaz. Sözcü’nün susturulması, Cumhuriyet’in yok edilmesi, Hürriyet’in esir alınması vs. Türkiye’deki düşünce özgürlüğünün mezara gömülmesi manasına geliyor.
Ekrem Dumanlı / TR724