ARAP BAHARI DEĞİL ZEMHERİSİ
Hakim öfkeyle Temele sorar; Oğlum bu nasıl bir kazadır, ne yaptın da onlarca kişinin ölümüne sebep oldun? Temel mahcup mahcup olayı anlatır. Efendim der yokuş aşağı kamyonumla inerken birden fren patladı ve hızla aşağıya doğru inmeye başladım. Panik halinde ne yapacağımı, nereye döneceğimi düşünürken baktım sağ tarafta Pazar yeri var sol tarafta küçük bir çocuk var. Düşündüm çocuğun üzerine sürersem daha az zararla kurtuluruz.
Hakim yine öfkeyle sorar ‘iyi de bunca kişi niye öldü o zaman?
‘Efendim’ der Temel, ‘Çocuk Pazar yerine kaçtı.’
Adalet, hukukun üstünlüğü ve adil paylaşım iddiasıyla yola çıkan siyasal İslamcılar iktidar mı hukuk mu tercihi yapmak zorunda kalınca geriye tamiri ve tarifi mümkün olmayan büyük bir enkaz bıraktılar. Çünkü iktidar hukuk bölgesine kaçmıştı.
Arap Baharıyla başlayan süreç siyasal İslam’ı ve siyasal İslam’ın tesiri altında kalan bütün coğrafyayı tam anlamıyla bir enkaz haline getirdi. Oysa gösteriler başladığında nasılda umutlanmıştık! İslam dünyasının mazlum halkları baskıdan, rüşvetten, yolsuzluktan bıkmış başlarındaki totaliter rejimlere yeter artık diyordu. Üstünlerin hukuku bitecek, hukukun üstünlüğü gelecekti. ‘Yeter artık söz hakkın’dı
Tunus’ta başlayan kıvılcım giderek bir yangına dönüşmüş, Mısır’ı, Libya’yı ve daha sonra da Suriye’yi etkisi altına almıştı. Bu coğrafyalara halkın yönetimde etkili olacağı demokrasiler gelecek, herkes dini özgürlüklerine kavuşacak, ülkenin kaynakları da sadece küçük bir azınlık değil herkes faydalanacaktı artık. İslami referanslarla yönetime talip oldukları için hak ve adalet üzerine vücut bulacak bir yönetim anlayışının ülkeye hakim olması kaçınılmaz olacaktır diye düşünüyorduk.
Kâğıt üzerinde her şey çok güzel olduğu için, biz bildiğimiz bütün hamasi cümlelerle bu olayları destekleyip, demokrasi destanları yazarken Fethullah Gülen Hocaefendi ‘ne baharı görmüyor musunuz buz gibi hazan’ dediğinde hepimiz şaşkınlıktan birbirimize bakmıştık. Tunus, Tahrir, Rabia, Suriye derken az gidip uz gittiğimiz Arap Baharı sürecinin sonunda kılcal damarlarımıza, iliklerimize kadar donduğumuz bir zemheriye yakalandık.
Bırakın İslam dünyasına demokrasi ve hukukun gelmesini daha önce kör topal var olan tek demokrasi bölgesi Türkiye’yi de diktatörlüğe kaptırdık. Bu süreçte yaşadıklarımız bize gösterdi ki Ortadoğu’da yönetime talip olan siyasal İslamcıların da demokrasi, hukuk, insan hakları, adalet gibi dertleri yok. Onlar sadece kendi tahakkümünü kurmak istiyor, ekonomik kaynaklardan yalnızca kendilerini nasiplendirmek istiyordu.
Arap Baharı ideolojik açıdan en büyük darbeyi Türkiye’deki siyasal İslamcılığa vurdu ve onu bir enkaza, canlı bir cesede dönüştürdü. Ya da hep öyleydi bizim gözlerimizin gerçeğe uyanmasına sebep oldu. Yaşadıklarımız ve ’bunların’ yaşananlara verdikleri tepkiler, üzerlerindeki perdeyi indirdi. Hiçbir ilkesi, etik kaygıları, hayat ölçüsü olmayan, iktidarın nimetlerinden faydalanabilmek için her türlü kılığa girip, her türlü yalanı söyleyebilen yığınlar oldukları fark edildi. Belki kendileri de farkında değildi ama bugün iyice ortaya çıktı ki, bugüne kadar tek bir amaç için mücadele ediyorlarmış. O da iktidar ve güç sahibi olabilmek.
Bu iktidarı cenneti ama yeryüzü cennetini bulmak için istiyorlardı. Güç onlara cenneti yeryüzünde verince ondan ayrılmamak için girilebilecek her türlü kılığa girmekte, her türlü ahlaksızlığı, baskı ve zorbalığı yapmakta bir beis görmez oldular. Yalan, iftira, tevzirat, kin, zulüm, işkence, haksızlık, hukuksuzluk, cebrilik, yetim malı soygunculuğu, yolsuzluk, rüşvet gibi daha önce vaazlarında nefret ile andıkları bütün kelimeler, hayatlarının rutini oldu.
Kur’an’da helak olan kavimler günümüzün, güçle zıvanadan çıkmış güruhunu görseydi şöyle demezler miydi?
‘Allah’ım biz bunlardan daha mı azgın ve yoldan çıkmış bir kavimdik?
Alper Ender Fırat / tr724