FİKRET KAPLAN - SAMANYOLUHABER.COM
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içerisinde ‘İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi.)’ ‘Arkadaşlarım!’ dediği o güzide ashabı, garip olarak O’nun (sav) davasına sahip çıktılar. Bütün bir hayat boyu başlarını saran sevdalarıyla buhurdanlık gibi tütüp durdular. Canlarını, mallarını, her şeylerini feda ettiler. İşkencelere maruz kaldılar; evlerini, yurtlarını terk ettiler. Hep keder gördüler, dert yaşadılar. Ama ne hallerinden şikayet ettiler ne de kimseye dert yandılar.. İslâm dinini omuzlarında yükselttiler ve dünya onlara gülmeden çekip gittiler. Fakat, Yüce Allah’ın şu iltifatına mazhar oldular:
‘İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!’ (Tevbe, 9/100)
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah tarafından övülen o garip arkadaşlarından birisi Abdullah Bin Cahş’tı. Kureyş’in eza ve cefasından kurtulmak için Medine’ye hicret edenlerin ikincisiydi.
Abdullah (ra) gönül verdiği mukaddes vazifenin sorumluluğunu yerine getirememekten çok korkuyordu. Bu şuurla hep teyakkuzda yaşamış ve Uhud harbinde gösterdiği kahramanlıkla dillere destan olmuştu. O gün Sad Bin Ebi Vakkas (ra) ile aralarında şöyle bir konuşma geçmişti. Sa’d (ra) bu konuşmayı şöyle nakleder:
“Uhud günü çarpışmaların çok şiddetlendiği bir andı. Abdullah İbni Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu, beni bir kayanın dibine çekti:
“Şimdi burada sen dua et, ben amin diyeyim. Ben dua edeyim, sen amin de…'” dedi. Ben de peki dedim. Ben şöyle dua ettim:
“Allah’ım! benim karşıma çok kuvvetli, çetin birini çıkar. Onunla kıyasıya çarpışayım, onu öldüreyim ve gazi olarak geri döneyim.” dedim. O da ‘Amin!’ dedi. Sonra kendisi dua etmeye başladı ve şöyle yalvardı:
“Allah’ım! beni güçlü kuvvetli, iyi vuruşan biriyle karşılaştır. Senin yolunda onunla kıyasıya vuruşayım ve onu öldüreyim. Sonra birisi beni şehit etsin, burnumu kulağımı kessin. Kanlar içinde senin huzuruna varayım. Sana kavuştuğumda Sen bana:
“Abdullah! burnunu, kulaklarını ne yaptın” diye sorasın. Ben de Ya Rabbi ben onlarla çok kusur işledim. Senin huzuruna getirmeye utandım. Senin ve Peygamberinin yolunda onlar kesildi. Toza toprağa bulanarak huzuruna geldim, diyeyim!” dedi.
Böyle bir duayı kendisi istediği ve önceden söz verdiğim için ben de ‘Amin!’ dedim. Daha sonra kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O yiğitçe çarpışarak düşman safları arasına daldı. Şehidlik özlemiyle hamle üstüne hamle yaptı. O kadar kahramanca çarpıştı ki, bir ara kılıcı kırıldı. Sevgili Peygamberimiz onu gördü ve hemen bir hurma dalı uzattı. Böylece savaşa devam etmesini istedi. O yiğit kahramanın elinde bu dal bir kılıç oldu, onunla vuruştu. Fakat kendisi de sayısız oklara maruz kaldı ve şehadet şerbetini içti. Müşrikler onun cesedine hücum etti. Burnunu ve kulağını kesti. O, isteğine kavuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz onu gözyaşları arasında “Şehidlerin Efendisi” Hazreti Hamza (r.a.) ile birlikte aynı yere defnetti.”
‘Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze daima bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi, sözünün gereğini yerine getirdi (şehit oldu), kimisi de sırasını beklemektedir. Asla verdikleri sözden dönmedi ve duruşlarını değiştirmediler.’ (Ahzab, 23)
Abdullah Bin Cahş, 42 yaşında duası kabul olmuş olarak kavuşmuştu Rabb’e.
Ve bir gün, İslâm başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşamaya başladı. Yıkılmadık, dökülmedik bir tarafı kalmamıştı. Asırlardan beri surları yıkılmış, duvarları sökülmüş, taşları sağa-sola saçılmış, kapıları kırılmış, çeşit çeşit delikler açılmış bir kaleye dönmüştü İslâm. Onun için Üstad Hazretleri, “Asırlardan beri, delik deşik olmuş bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” diyordu.
Bu sefer, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerim!” diye müjdelediği ahirzaman garipleri davayı omuzlamışlardı. Bozguncuların, süfyan ve fesat şebekesinin tahribatına karşı onlar, tamir yolunu tutup can siperane mücadele verdiler. İnsanlık davası uğrunda ortaya atıldılar, mukaddes bir hizmet başlattılar. Bu temel dinamikleri Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’dan (sallallâhu aleyhi ve sellem) alınmış, Sema’dan gelmiş ve meleklerle te’yid edilmiş Hizmet yoluydu.
Bu yola baş koyan pek çok insan gibi Mehmet Özyurt da bu asırda adeta Abdullah Bin Cahş’ın izdüşümü olarak kendini bu hizmetlere adamış bir garipti. 11 Şubat 1983'te bir arkadaşının evinde bulunduğu sırada asılsız bir iddia ile tutuklanıp 28 gün cezaevinde ağır işkencelere maruz kalmıştı.
Eşi Şükriye Hanım, onun hapiste ne kadar büyük zulümlere maruz kaldığını şu sözlerle özetliyordu:
"Çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu."
Hapishane arkadaşı Sami Çizginer, o günleri şöyle anlatıyor:
"Medrese-i Yusufiye'de beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir seferinde koridorda karşılaşınca, ona 'Burada bulunmamızı nasıl değerlendiriyorsunuz?' diye sordum. Bana, 'Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.' dedi."
Kendisiyle beraber hapse giren arkadaşlarından Ahmet Ersöz ise şöyle diyor: Mehmet Hoca'yla 1983 yılında 28 gün hücrede kaldık. Sonra birkaç arkadaşı ve Mehmet Hoca'yı suçsuz gördüklerinden bıraktılar. Beni daha sonra bıraktılar. Mehmet Hoca hep söylüyordu, ‘Seni orada, içeride bırakmayı bir türlü içime sindiremiyorum. Çıkmasaydım da içeride kalsaydım...’ Tevkif edildi, tahkir gördü, türlü ithamlara maruz kaldı. Bir şaki gibi takip edildiği günler oldu. Ama o "İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam bütün kainata meydan okuyabilir" hakikatini kavramış olarak yaşadı ve geriye dönüş, tökezleme, tereddüt manalarına gelebilecek her türlü eylemden uzak durdu.
Serbest bırakıldıktan bir müddet sonra 11 Nisan 1983 günü memuriyetine son verildi. O, "Bunda da bir hayır var" diyerek, iman hizmetlerini devam ettirmek amacıyla Diyarbakır'a taşındı. Kenar mahallelerin birinde hırpani bir ev tuttu. Eşyaları azdı. Eşi Şükriye Hanım'ın bileziklerini satarak geldikleri Diyarbakır'da, kıt kanaat geçiniyorlardı. Sokak sokak dolaştı. Neredeyse selam vermediği adam kalmadı. Talebeler için ev aradığında bulamıyordu. Karar verdi, bir gece ansızın kendi evini birkaç mahalle ilerisinde bir gecekonduya taşıdı. Eşyaların yarısını da o eski evde bırakarak oraya öğrencileri yerleştirdi. İlk ev böyle vücuda geldi. Aynı yöntemle ikincisi, üçüncüsü oluştu.
Mehmet Özyurt, kendisine teklif edilen yardımları kabul etmiyordu. Eşi bu durumu şöyle açıklıyor:
"Diyarbakır'a gittikten sonra evimize bir yıl meyve girmedi. Bir tanıdık evimize meyve getirince Mehmet Hoca ona, 'Neden getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Alışmışlardı. Şimdi tekrar isteyecekler.' dedi."
Yılları hizmet aşkıyla geçen bu insan hiç durmadan sürekli koşturdu. Çünkü omuzlarında farzlar üstü farz bir iş olduğunu iyi bilmekteydi.
Mehmet Özyurt, son günlerinde farklı yerlere ziyaretler yapar. Tekrar Diyarbakır'a döner, dinlenmeden bu kez Van'a gider. Döndüğünde yorgun ve halsizdir.
Fazla vakit geçirmeden Urfa'ya gitmek için hazırlanmaya başlar. Evden çıkarken eşine şunları söyler: "Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?"
Eşi Şükriye Hanım, bu konuşmalara bir anlam veremez o sırada:
"Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son görüşümdü."
Mehmet Özyurt Hoca ve arkadaşları Gaziantep ve Urfa'da bazı eğitim müesseselerinin açılışı dolayısıyla bu illerimize giderler. 17 Eylül Cumartesi akşamı Urfa'da Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Memduh Hoca'yla birliktedirler. Sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır. Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi." der. "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki?" diye sorunca, Mehmet Hoca şu cevabı verir:
- Ancak yanar kül olursak cennete gireriz.
Bu bir duaydı. Abdullah Bin Cahş gibi Rabbe sunduğu bir dilekçe.
Sabah üç arabayla Gaziantep'e doğru yola çıkılır. Urfa'yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Hoca önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyleyerek ortadaki araca geçer. Kısa bir süre sonra içinde Mehmet Özyurt Hoca'nın da olduğu araba bir tankerle çarpışır. Abdullah Bin Cahş gibi arzu ettiği şekilde 43 yaşında göçer bu diyardan. Kopup vücudundan ayrılan sağ kolu dışında bedeni yanar kül olur. Şehadet için kaldırdığı sağ elinin işaret parmağı öylece kalakalmıştır. Yanan araçta Mehmet Hoca ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik hayatını kaybeder.
Yaşadığımız şu hizmet diyarından Mehmet Özyurt da asrın yiğit bir garibi olarak geldi geçti. Emaneti yüklendi, ihlasla sahip çıktı, hizmet bayrağını hayatı boyunca yere düşürmedi. Ve o bayrak bugün hizmet erlerinin omuzlarında her tarafta dalgalanıyor Allah’ın izin ve inayetiyle.
Onlar tertemiz nesillerin, tertemiz beyanları içinde yâd-ı cemîl oldular.. İhlaslı hizmet erleri iyilikleriyle hep yâd edilecekler, hep yâd-ı cemîl olacaklar. Kötüler kötülükleriyle, zalimler zulümleriyle, yalancılar yalancılıklarıyla, müfteriler iftiralarıyla, zift medyası da kendi ziftleriyle yâd edilecekler.
Bugün hizmet gönüllülerine düşen şey kendilerine kadar ulaşan bu hizmet yolunda ihlasla, Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek yürümeleridir.
Bediüzzazaman bakın ne diyor:
‘Madem bu müthiş zamanda, dehşetli düşmanlar, şiddetli baskılar, hücum eden bid’atlar ve sapkınlıklar karşısında bizler çok az, zayıf, fakir ve kuvvetsiz olmamıza rağmen, gayet ağır, büyük, mukaddes ve bütün insanlıkla alakalı olan imana ve Kur’an’a hizmet vazifesi Allah’ın ihsanı ile omzumuza konulmuştur. Elbette bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya herkesten daha çok mecburuz ve bununla vazifeliyiz. İhlasın sırrını kalbimize yerleştirmeye son derecede muhtacız.
Yoksa hem şimdiye kadar yaptığımız kudsi hizmet kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli şekilde sorumlu oluruz’