Eyüp Ensar Uğur | samanyoluhaber.com
Aydın Duruşun Sağı-Solu ve Alkan
Yazar Ahmet Turan Alkan’ın Cumhurbaşkanına ve onun gizli iktidar ortağına yazdığı mektup onu iyi tanıyanlar tarafından şaşkınlıkla karşılandı.
Şu zalim süreçte baskılara karşı en erdemli örnekleri sergileyen Alkan’ın daha evvel Nazlı Ilıcak ve benzeri aydınlar gibi pişmanlığını belirttiği bir mektup yazacağını kimse düşünmüyordu.
Kendisini boğazlama niyetinde olan bıçağı yalamayacağım ifadesi darb-ı mesel olan biriydi halbuki. Elbet bunun haklı veya haksız görülen yönleri çok tartışıldı ama benim bu tartışmada ilgimi çeken sosyal medyada “sağ kesimden gerçek aydın çıkmaz” gibi yine toptancı sözlerin alıp başını gitmesi idi.
Bu sorunun sağının solunun olmadığını göstermek için eski bir yazımı tekrar paylaşmak istedim.
Bu makale eski bir dönemi ele alıyor ama anlatılan olayların günümüzle epey örtüştüğünü görünce eminim çok şaşıracaksınız...
***
Cumhuriyet Döneminde Aydın Namusunu Koruyanlar ve Parya Edenler
Muhalif seslere tahammülü olmayan bir otoritenin propagandif yayınlarının sorgulanmadan gerçek olarak kabul edilmesi akla ziyan.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla devlete karşı işlenen suçlar kapsamında verilen cezaların önemli bir kısmı karanlıkta kalmıştır. Halen bu konuda tatmin edici veriler ortaya konamamaktadır.
Bunun baş sebebi; devrin farklı seslerini kısan sansür ve yanlı resmi anlatımlardır. Ve aradan geçen onca zamanda bu resmî tutum toplumun önemli bir kesimini sert politik ve ideolojik bir yapıya büründürmesidir.
Bu en başta bilimsel ve objektif çalışma ile tartışmaların önünü kesen bir durumdur.
Bugün bunun benzerini hükümetin uygulamalarına karşı yapılan eleştirilere dahi tahammülsüzlüğün halkta oluşturduğu korkularda görebiliyoruz.
Bu dönem Türkiye’sinde yürütmenin yargıya keyfi müdahalesi Cumhuriyetin gerçekte en az bilinen yaşananlara nispeten bir ayna olduğunu söyleyebiliriz.
Zira hadiseleri tarafsız aktarabilecek bir basına ve yayına izin verilmediği cumhuriyetin kuruluş yıllarında, küçük bir grubun elinde toplanan iktidarın, devlet imkânlarını muhaliflere yönelik bir silah gibi nasıl kullanabildiğini bugünkü uygulamalar ışığında daha iyi kavrayabiliyoruz.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte “Tek Parti” ve “Tek Adam’a” doğru yol alan süreçte farklı düşünceleri seslendirenlerin ve sistemi eleştirenlerin bir dönem sonra, kimisi zindanlara atılarak, kimisi de sürgünlere gönderilerek tasfiye edildi.
İktidar ipini iyice ele alanlar, “hain” yaftası ile azımsanmayacak sayıda idamlar gerçekleştirdi. Çeşitli bahanelerle birçok muhalif siyasetçi, bürokrat, gazeteci, aydınla birlikte il il, ilçe ilçe cezalandırılan halklar oldu.
Böyle rahat ve pervasızca muhalif seslerin cezalandırılabilmesi dönemin olağanüstü koşullarından kaynaklı idi.
Büyük bir savaş ve sonrasında yaşanan işgal, Osmanlı’ya ait tüm coğrafyalarda büyük bir kaosa yol açmıştı.
Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanılan her bir ayaklanma ve şüpheli suikast teşebbüsü bir cumhuriyet rejimin en bariz özelliği yasama, yürütme ve yargının ayrı güçler olmasına son verip tek bir adamın eline vermişti.
Bu sebeple yürütmeye ve adaletsizliğe karşı en ufak bir muhalif çıkış, tez elden verilen bir emirle hızlı bir soruşturma sonrası açıktan etkisiz hale getiriliyordu.
Bu sebeple tek parti iktidarı kimseye hesap verme endişesi taşımıyordu. Potansiyel tehlike addettiklerini bertaraf etmek için ne derin devlete ne faili meçhullere ihtiyaçları vardı. iktidarlarına tehlike arz ettiğine dair şüphe duydukları her çıkışı ve kişiyi açıktan cezalandırıyorlardı.
İlk dönemde otoriter idareyi tenkit edebilme bir yana, “Milli Mücadele’nin” bir kişinin değil halkın ortak eseri olduğunun söylenmesine dahi tahammül edilemedi. Günümüzde sıkça duyduğumuz “sağlam irade olmasaydı” gibi çıkışlar o günlerden günümüze miras gibi.
Başarıların milletin başına kakılmasıyla her alanda hukuksuzluğu meşrulaştıran ve her türlü hata ve kusurun görülmesini perdeleyen sonsuz bir kredi sağlanıyor. Bu nedenle halkın hoşuna gidecek olan icraatlar, başka kimselere mâl edilmeden bir kişinin veya grubun işiymiş propagandası önem arz ediyor.
Halikarnas Balıkçısı’nın Başına Gelenler
1925 yılında neşredilen ve epey önemli yazarları barındıran sol tandanslı ‘Resimli Ay’ isimli mecmuada, Kurtuluş Mücadelesini köylüsünden memuruna, kadınından gencine tüm milletin verdiğini söyleyen bir yazı çıkmış ve bu isimsiz kahramanlar için “Meçhul Asker” anıtı yapılması için bir kampanya başlatılmıştı. Ama kısa süre sonra rejimin etkili gazetesi Akşam’da bu kampanyayı sert bir şekilde eleştiren bir yazı yayımlandı.
Bu yazıda, “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir. ‘Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak bir nankörlük olur.” deniyordu. Yazıyı yazan Kılıç Ali (1) idi.
İstiklal mahkemelerinde hâkim yapılan asker kökenli bu zat kimi hedefe aldıysa onun iflahı kesilmiş demekti. Hemen bu kampanyaya son verildi.
Ama daha sonra aynı mecmuada yazan meşhur Cevat Şakir’in bir öyküsü, “isyana davet ve hainlik” isnadıyla yazarın kendisi ve gazetenin yazı işleri sorumlusunun İstiklal mahkemelerinde yargılanmasına sebep oldu. Cevat Şakir, Bodrum’a kalebentlik cezası için gönderildi. Şakir, bu sürgün vesilesiyle tanıyıp beğendiği Bodrum’a sonrasında taşınmış ve “Halikarnas Balıkçısı” olarak nam salan meşhur bir edebiyatçı olmuştu.
Muhalifsiz Dönem
Türkiye Devleti’nin temellerinin atılmasından bir müddet sonra tüm muhaliflerin susturulması üzerine, dönemin meşhur yazarları ve şairlerinin ekseriyeti, tenkidi bırakıp kendilerini bu muhalifsiz otoriter döneme adapte ettiler. Kimi aydın, ilk zamanlarda cüretkârca eleştirdikleri Halk Partisi ve lider kadrosunu bu yeni dönemde mübalağalı övgülere boğdular.
Öyle bir ironi ki;
Cumhuriyet tarihi boyunca o günlere ait okullarda bizlere mutlak ve kesin doğrular olarak anlatılan bilgilerin önemli bir kısmı, şartların değişmesiyle görüşleri de değişen bu tip aydınların tespit ve yorumlarıdır.
Şevket Süreyya, Sabahattin Ali ve Refik Halit Karay gibi edebiyat dünyasından tanıdığımız isimler, eleştirel yaklaşımlarından dolayı hapislere atılan, sürgün edilenler arasındaydılar.
Bir müddet sonra yaşadıkları ıstıraplara dayanamayıp konjonktüre uygun hareket etme ihtiyacı hissettiler. Hapisten, sürgünden kurtulma, makamlar, mansıplar elde etme adına zamanın akışına uygun yazılar yazdılar; söylemlerde bulundular. Ve bu sayede rejim tarafından itibarları(!) iade edilip makam sahibi oldular, hatta daha önce eleştirdikleri yöneticilerin sofralarında başköşelerde yer buldular.
“Tek Adam” Kitabı ve Yazarı Şevket Süreyya Aydemir
Komünizm faaliyetlerinin yanı sıra yeni rejime muhalifliğinden dolayı 1925 tarihinde İstiklal mahkemelerinde yargılanıp on yıllık hapis cezası alan Şevket Süreyya, hapiste iken direnmenin kendisine artık bir faydası olmadığını görmüştü.
1927 tarihinde Vedat Nedim Tör ile birlikte diğer komünist arkadaşlarını ve planlarını ifşa edip, onların içeri girmelerine sebep oldular. Böylece pişmanlıklarını ispatlamış oldular ve hapis hayatından kurtuldular. Bu sebeple sol ideolojide hep birer hain olarak tanımlanırlar. Şevket Süreyya bu olaydan sonra tek parti rejiminin en etkili kalemlerinden biri oldu. Atatürk’ü Olimpos dağındaki tanrılara benzettiği “Her şey onunla başladı” tarzı yazılarını kaleme aldı. Atatürk’ten sonra derlediği üç ciltlik “Tek Adam” kitabı, bugün resmi tarihin başucu eserlerinden.
Şevket Süreyya İttihat döneminde Turancı, sonra Sosyalist, sonra da Kemalist olup en nihayet İnönü’nün yanında da kendine yer buldu. En az Çankaya kitabının yazarı Falih Rıfkı Atay gibi baş döndürücü geçişler yaşamıştı.
Zira Falih Rıfkı Atay da önce İttihat Terakki’nin muktediri Cemal Paşa’nın ölçüsüz övücüsü olmuş, onun miadının dolması ve Eylül 1922’de Yunan’ın Anadolu’dan kovulması üzerine kurtuluş savaşı boyunca ayrılmadığı İstanbul’dan yola çıkıp Mustafa Kemal’in yanında bitivermişti. Bugün nerde güç orada biten böylesi bir yazarın yazdıkları ilkokuldan itibaren Cumhuriyetin ilk döneminin adeta mitolojik kahramanını ortaya çıkartan referans kaynaklarından olmuştur. Atatürk’ün vefatından sonra da yeni otoriter İnönü rejiminin hararetli savunucusu olmuştu.(2)
Kronik Muhalif R.Halit Karay’ın Nihayet Uslanması
Memleket Hikayeleri’nin” yazarı Refik Halit Karay bu sebeple yıllarca Suriye’de sürgünde yaşadı.
Bir zamanlar halka:
“Sakın aldanma, inanma, kanma!,
Yalan dolan makaraları yine sağılmaya başlanacak,
yine elimizdekiler kapılıp deve yapılacak;
toklar çekilip biraz da açlar yalanacak.
Bu işin künhü budur!
Polis zannedeceksin, harami çıkacak;
nimet diye gideceksin, tuzak çıkacak;
melek görünecek, şeytan çıkacak.
Gözünü açmazsan yine yumurtalar cılk çıkacak!
Hülasa artık her sakallıyı baban sanma,
her lafa kulak asma, kabadayılığa yekûn tut, efeliğe kapılma.
Bu benim sana baş nasihatim:
Gözünü aç, ayağını tetik at,
yine aldanma, inanma, kanma!”
Diyen Refik Halid, yanlış gördüğüne “yanlış!” demenin karın doyurmadığını, üstüne üstlük insanı memleketinden ettiğini on altı yıllık sürgünden sonra anlayacaktı. Onca zamandan sonra nihayet aklını başına almıştı(!). Türk idarecilerine sürgünden gönderdiği mektuplarında artık onları methediyordu. Ve sonunda affedilip Türkiye’ye döndükten sonra “sakın ha!” diye milleti tembihleyen o yazar gitmiş yerine parti devletini ve tek adamlığı yere göğe sığdıramayan bir yazar gelmişti.
Daha ne yapsın Karay!? Farklı sese memlekette yer de ekmek de yoktu. Dün onun bu dönüşümünü eleştiren muhafazakâr görünümlü bazı yazarlar, bugün yer kaptıkları yağlı köşelerinden Karay’a; “Üstad sen haklıymışsın” diyordur herhalde…
Evet, o günlerin şartlarında Şevket Süreyya, Falih Rıfkı ve Refik Halid gibilerini pek garipsememek gerekiyor. Zira böyle keskin dönüşler yapanların ilki onlar değil. Tarih boyunca benzer koşullar, hep tipik karakterler ortaya çıkarmış. Bu türün son örneğinin onlar olmadıklarını bugün bizler de tecrübe ettik işte…
Cumhurbaşkanına Hakaretten Zindana Giren Sabahattin Ali
Cumhuriyet döneminin realist şairi ve roman yazarı olan Sabahattin Ali, iktidarın sesine aykırı bir fısıltının dahi duyulmadığı 1930’lu yıllarda iddialara göre bir dost meclisinde devletin sahibi tek partinin üst kadrosunu ağırca eleştiri bulunan bir şiir okur. Almanya’da kaleme aldığı bu şiirden bazı mısralar şöyledir:
“Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der Enelhak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali‘nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince…”
Sözleri çok ağırdı. Ve o günler yerin ve duvarın kulaklara sahip olduğu dönemlerdi.
Meşhur yazar hemen ihbar edildi. Her ne kadar şiirde Cumhurbaşkanı’ndan bahsedilmediğini söylese de özgürlüğünden menedildi. Bir yıl kadar zindanda kaldıktan sonra cumhuriyet ilanının 10. yıl dönümü vesilesiyle, hükümet tarafından çıkartılan afla tahliye oldu. Ama hapisten çıkma yetmiyordu Sabahattin Ali’ye. Maişetini çıkarabilmek, yaşamını düzen sokmak adına öğretmenliğe geri dönmek istedi. Milli eğitim Bakanı kendisinden ‘Ebedi Reis’ sevgisini ispatlaması gerektiğini söyleyince o da akla ziyan “Benim Aşkım” şiirini yazdı:
“Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”
Vicdanının Sesini Dinleyen Sabahattin Ali
Sabahattin Ali’nin kerhen yazdığı, abartılı sözlerinden açıkça belli olan bu şiiri, çocukluk yıllarında okullarda gönlümüzden söylerdik. Sonrasında Sabahattin Ali, öğretmenliğe geri döndü ama bir zaman sonra daim övücüler gibi bu tiyatroya çok fazla devam edemedi. Sağduyulu ve hakperest yapısına bu durum çok ağır gelmekteydi. Sabahattin Ali, Milli Şef zamanında Markopaşa isimli bir mizah gazetesi’nde başyazar olarak bir muhalif partisi olmayan Hükümete muhalefet eder. Bu gazetenin başlıca özellikleri, “Siyasal iktidar sahiplerini gülünçleştirerek hicvetmek, Tek Parti baskısına karşı mücadele etmek, yolsuzlukları ortaya koymak, halkın vicdanını seslendirmek” olarak ilan eder.
Kamuoyuna tesir eden eleştirilerin sahibi olarak, siyasi tarihte değişmeyen bir gelenek haline gelen, önce yağlı-ballı tekliflerle karşı karşıya kalır, reddedince de tahkirle ve hapisle…
Çok etkili muhalefeti karşısında kendisine bizzat Cumhurbaşkanı İnönü tarafından milletvekilliği teklif edildiği halde vicdanının sesini dinleyip bu teklifi kabul etmez. Sonrasında hapishanelere girer çıkar ama bu sefer doğru bildikleri dışında bir şeyi karalamaz. Bunu da şu sözleriyle dile getirir:
“Sükûn ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.”
Ve sonunda baskılara dayanamayıp yurt dışına kaçarken yakalanır, sınır karakolunda sorgudan geçirilirken şaibeli bir şekilde öldürülür. Sonrasında bir sabıkalı tarafından yapılmış adi bir cinayet gibi gösterilse de katil kısa bir zaman sonra serbest bırakılır. Dine mesafeli duran bir aydının eşinden, çocuklarından edileceğini bile bile haksızlığa karşı çıkması, hayatın buradan ibaret olmadığını sürekli dillendiren aydınlar için mazeret bırakmayan bir davranıştır.
NAZIM HİKMET
Türkiye sağından soluna baksan aklı çıldırtacak paradokslar coğrafyası. Nazım Hikmet’in meşhur mücadelesinin kimlere karşı olduğu veya kimlerin kendisini defalarca hapse atan konusu nedense algılarda fail-i Meçhuldur. Zira bugün Nazım Hikmet’i ve şiirlerini en çok seven, değerlendiren kesimlerin başında gelenler; Nazım Hikmet’e soluk aldırmayan 11 defa hakkında dava açılan ve ölene kadar kalması niyetiyle hapse atıldığı dönem Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı devridir.
Atatürk döneminde şair farklı zamanlarda toplam 5,5 yıl hapis yatıp Atatürk’ün son yılında yani 1938’de 30 yıla yakın hapis cezası aldı. Bu ceza nedeniyle İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı yaptığı 12 yıllık dönemi tamamen hapiste geçirdi. Ülke içi ve dışında ünlü şair için gösteriler ve imza kampanyalar yapılsa da CHP iktidarı asla onu affetmeye yanaşmadı. Nazım Hikmet de bu yazı da geçen diğer isimler gibi Atatürk’ü ve İnönü’yü yere göğe sığdıramadığı övgülerle dolu şiirler yazsa da affedilmedi. Bugün Kemalist kesimin Nazım Hikmet’in Atatürk sevgisini zindanlarda yazdığı “Kuva-i Milliye Destanı”na dayandırırlar.
Ama bu mübalağalı övgüler onu hapisten çıkartamadı. Hatta şairin ve annesinin açlık grevleri dahi otoriteyi hiç yumuşatmadı. Bugünün müebbet cezası verilmiş Harp Okulu Öğrencilerinin annelerinin mücadelesi gibi Şairin annesi Celile Hanım da oğlunun özgürlüğü için çok çabalamıştır.
Peşi sıra gelen iki cumhurbaşkanının kapısını aşındırıp onlara yalvarıp yakarmasına rağmen oğlu affedilmedi. O dönem Avrupa’daki ünlü yazar ve şairlerin demokratik olmayan ülkelerin cezaevlerindeki - içlerinde Nazım Hikmet’in de bulunduğu- aydınlar için sokaklarda imza kampanyaları yapmasına paralel olarak anne Celil’e Hanım ve zamanın bazı ünlü sol yazarları da Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için imza kampanyaları yaptı Ama sonuç yine olumsuz idi. Nazım Hikmet’in kurtuluşu ancak İlk demokratik seçimlerde Halk Partisinin iktidardan düşüp yerine Menderes Hükümeti’nin gelmesiyle olabildi. Ünlü şair 2 ay sonra çıkarılan bir afla memleketin farklı hapishanelerinde 13 yıl süren mahpusluktan kurtulabildi. Kısa süre sonra da bir daha hapse girmemek için ülkeyi terk etti.
Ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra Atatürk ve iktidardan düşmüş İnönü’ye dair övücü hiçbir şey yazmadı ve söylemedi. Dün de bugün de coğrafyamızın çıldırtırcı böylesi paradoksları çuvala sığmaz durumda iken okumayan beyinlerin keselerine sıkıştırılmış durumda.Evet demokrasisiz ve tek sesli tek parti dönemlerini yere göğe sığdıramayanlar Nazım Hikmet’in sitem dolu şiirlerini de genelde paylaşanlar. Bu paradoks gibi günümüzde iktidara gelme nedeni olan antidemokratik uygulamaların sahibi cuntacı ve derin ulusalcı kesimle işbirliğine girmiş Hükümet üyelerinin akla ziyan çelişkilerini ve onursuzluklarını da sanırım ancak Orwel’in “Hayvan Çiftliği” nde izahını bulabilirsiniz.
Bunca akıl ve vicdan kabul etmez tutarsızlıkları barındıran insanoğlu gerçekten çok kompleks bir varlık...
Ama ne olursa olsun geçmişin hukuksuz uygulamalarının sahiplerinin mutlak otoriteleri nasıl bir gün gelip sona erdiyse bugün o belalı antidemokratik uygulamaları ülkenin başına tekrar saranların iktidarları da elbet sona erecektir...
(1) Atatürk’ün bir dönem genel sekreterliği vazifesinde bulunan Hikmet Bayur’a göre Kılıç Ali çok çirkin suistimal dosyaları bulunan, karanlık ilişki ve irtibatları bulunan bir şahıstır. (Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, syf;263)
(2) “Lenin ve Atatürk öldüyse, Stalin ve İsmet İnönü başımızdadır”. (Falih Rıfkı Atay – Ulus gazetesi)