Hüseyin Çelik'in dikkat çeken sözleri;
Bugün düşman muamelesi yaptığınız parti ve mensuplarıyla yarın koalisyon kurmak durumunda kalabilirsiniz. Kullanılan kirli dilden dolayı, bugün, yüz yüze gelemediğiniz birbirinizin gözünün içine bakamadığınız insanlarla, şartlar sizi işbirliği yapmak zorunda bırakabilir. Onun için siyasetçiler, asla köprüleri atmamalı, gemileri yakmamalıdır.
Siyasetçiler, toplumun önündeki insanlardır. Onlar baştır. Atasözümüz boşuna dememiştir, “balık baştan kokar” diye. Sa’di-i Şirazî der ki, “Hükümdar, köylünün yumurtalarını alırsa, hükümdarın adamları tavuklarını alır.” Siyasetçiler, kimsenin yumurtalarını almasın ki, onların takipçileri de insanların tavuklarını almasın.
İşte Hüseyin Çelik'in "Siyasî Dil ve Nezâket" başlıklı o yazısı:
Demokrasilerde siyaset, rekabet zemininde yapılır. Rekabetin tarafları ise siyasi partilerdir. İster siyaset, ister ticaret, isterse rekabetin esas ve meşru olduğu bütün alanlarda, rekabetle beraber mutlaka bulunması gereken bir şey daha vardır ki, o da nezâket’tir. Nezaketten ve ahlâktan mahrum bir rekabet, bir tarafı veya tarafları canavarlaştırır.
Nezâketin davranışlara yansıyan tarafına ise zerâfet denir. Bizim geleneksel terbiye sistemimizde insan ilişkileri bakımından 3 Z çok önemliydi. 1) Zerâfet 2) Ziyaret 3) Ziyafet.
Zerâfet, medenî bir insanın asla elden bırakmaması gereken bir vasıftır. Zarif tavırlar, çoğunlukla en inatçı insanları bile yumuşatır. Kaba insan, sarımsak kokan ağız gibidir, herkesi kendinden kaçırır. İki taraf da inatçıysa, hiç bir konuda uzlaşamaz ve anlaşamazlar. Sinoplu filozof Diyojen, dar bir köprüde sözümona bir asilzâde ile karşılaşır. Geçmeleri için birinin diğerine yol vermesi lazım. Asilzâde, “ben serserilere yol vermem” der. Bunun üzerine Diyojen, kenara çekilir, “ben veririm” der.
Ziyâret, bugün için diyalog anlamındadır. Eskiden insanların diyalog kurması için ya yüz yüze gelmeleri veya mektuplaşmaları gerekirdi. Bugün, gelişen iletişim araçlarından dolayı bunun çok daha fazla alternatifleri vardır. Aralarında diyalog olan insanlar, kolay kolay birbirlerine karşı kırıcı olamazlar.
Ziyâfet de insan ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Bugün de medenî alemde insanlar birçok meselesini yemek masalarında konuşur ve çözüme bağlarlar. Karşılıklı ikram, yakınlaşmayı sağlar. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözünün anlamı budur.
Fikirlerin ve meselelere yaklaşımların farklı olması, bir zenginlik ve avantaj iken, bunların dile getirilmesi esnasında şayet dil ve üslup nezaket sınırlarını aşar ve taşarsa, çözüm üretmekle yükümlü siyasetin bizzat kendisi problem haline gelir.
Oldum olası hep şuna hayret etmişimdir: Meclis’te kürsüye gelen milletvekilleri çoğu zaman söze başlarken “Değerli Milletvekilleri” veya “Değerli arkadaşlarım” diye söze başlar. Bu hitaplarla başlayıp rakiplerine bir ton hakaret edip, ağır sözler sarfeden milletvekillerine, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyesiniz geliyor. Bu durumda ya karşınızdakiler, gerçekten değerli değiller, haliyle siz söze yalan söyleyerek başlıyorsunuz demektir. Eğer hitap ettikleriniz, gerçekten değerli iseler o zaman da bu hakaretleri haketmiyorlar, dolayısıyla siz kendinizle çelişiyorsunuz.
Esasen partiler arasında, iktidar ve muhalefet arasında diyaloğu engelleyen, ortak paydalarda buluşmaya mani olan şey de, çoğu zaman karşılıklı yapılan hakaretler ve ilişkileri zehirleyen kirli dil ve üsluptur. Dilin kirlisi olur mu? Evet en pis kir, dilin ürettiği manevi kirdir. Meclis içtüzüğü, milletvekillerinin “temiz bir dille” konuşmalarını emreder.
Buradaki “temiz dil“le kastedilen bellidir. Şüphesiz ki, en ağır eleştiriler, en şiddetli itirazlar da temiz bir dille yapılabilir. Eleştirmekle, hakaret etmeyi, sövüp saymayı birbirine karıştırıyoruz. Hal böyleyken siyaset kurumunu ve siyasetçileri kamuoyu nezdinde itibarsız ve antipatik hale getiren çoğunlukla siyasetçilerin yine kendisidir. Söz, sahibinin kalitesini gösterir. Büyükler boşuna mı demiş “Üslub-ı beyan aynen insandır” diye. Hiç şüphe yok ki, üslup, kişiliğin en önemli yansımasıdır. Divân-ı Lugati’t Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut der ki: “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülemez.“
Bir Japon atasözü, “Arkandan kapattığın kapıyı sert çarpma; ola ki geri dönme ihtimalin olur.” der. Sürekli hakaret ettiğin, aşağıladığın rakibinle yarın bir araya gelmek zorunda kaldığın zaman, bu çok kolay olmaz. Bugün düşman muamelesi yaptığınız parti ve mensuplarıyla yarın koalisyon kurmak durumunda kalabilirsiniz. Kullanılan kirli dilden dolayı, bugün, yüz yüze gelemediğiniz birbirinizin gözünün içine bakamadığınız insanlarla, şartlar sizi işbirliği yapmak zorunda bırakabilir. Onun için siyasetçiler, asla köprüleri atmamalı, gemileri yakmamalıdır.
Siyasilerin zehirli dilinin en büyük mahsurlarından biri de vatandaşa kötü örnek olmasıdır. Siyasetçiler, toplumun önündeki insanlardır. Onlar baştır. Atasözümüz boşuna dememiştir, “balık baştan kokar” diye. Sa’di-i Şirazî der ki, “Hükümdar, köylünün yumurtalarını alırsa, hükümdarın adamları tavuklarını alır.” Siyasetçiler, kimsenin yumurtalarını almasın ki, onların takipçileri de insanların tavuklarını almasın.
Bu problem elbette sadece bugünün meselesi değil. Demokrasi ile tanıştığımız günden beri bizde siyasetin dili sıkıntılıdır.
İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Partisi‘nin siyasî mücadelesi, mücadele değil, resmen savaştı.
Mustafa Kemal bile, TBMM‘de hoşuna gitmeyen sözler söyleyen Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş‘a ” dırdır etme“, “zırzır etme” diyebiliyordu.
CHP ile Demokrat Parti‘nin kapışması, ahlakî ilkeleri alt üst eden bir kapışmaydı. Perde, masum insanların idam edilmesiyle kapandı.
Merhum Demirel ile Merhum Ecevit‘in kazara el sıkışması bile şaşkınlık yaratıyor ve haber konusu oluyordu.
Merhum Demirel‘in, siyasî hırs uğruna Merhum Turgut Özal için sarfettiği aşağılayıcı ve yaralayıcı sözler, hâlâ belleklerdedir.
Sayın Tansu Çiller ile Sayın Mesut Yılmaz‘ın birbirleri için sarfettikleri sözler, taşa çalınsa taşı yarardı.
Bugünün siyasi dilinin de temiz bir dil olduğunu kimse iddia edemez. Herkes “kem söz sahibine aittir.” prensibinden hareket ederek küçülenle küçülmezse, bu problem belki bütünüyle yok olmaz ama asgariye iner.
Birçoğumuz Şeyh Edebali‘nin Osman Bey‘e ettiği nasihatleri yüksek sesle okur, duvarlara asarız ama onu hayatımıza tatbik etmeyiz. Ne diyordu Şeyh Edebali?
“Ey Oğul!
Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..”
Bu sözlere, duvarların değil, bizim ihtiyacımız var. Hayatımıza tatbik edilmedikten sonra duvarda asılı durmuş ne çıkar?
Lütfen siyaseti husumet zemininden, nezaketi elden bırakmayan bir rekabet zeminine taşıyalım.
Unutmayalım ki, dil yarası kılıç yarasından daha derin iz bırakır