FİKRET KAPLAN - SAMANYOLUHABER.COM
Bediüzzaman Hazretleri, ömrünün son zamanlarında uzun sürgün hayatı yaşadığı ve hayatı boyunca unutamadığı yerleri vefa gereği ziyaret etme arzusu duydu.
İstanbul’dan hareket ederek Emirdağ’a, oradan da Eskişehir’e gitti. Eskişehir Yıldız Oteli’nde de bir süre kaldıktan sonra Isparta’ya döndü. Isparta’da bir hafta kadar kaldı. Oradan da nur hizmetlerinin medresesi olan Barla’yı talebeleriyle birlikte ziyaret etti. Bu hatıralar şehrinin Bediüzzaman’ın gözünde çok kıymetli bir yeri vardı. Risale-i Nur burada telif edilmeye başlamıştı. Kur’ân-ı Hakîm’in hidayet nurlarını temsil eden Sözler ve Mektubat ve Lemeat-ı Nuriye buradan etrafa yayılmıştı. Bu itibarla Barla, Risale-i Nur dershanesinin ilk merkezi idi.
Üstad, Barla’dan on dokuz sene evvel ayrılmıştı. Art arda gelen sürgünler, mahkemeler ve mecburi ikametler nedeniyle o zamana kadar Barla’ya bir daha gidememişti. Güzel bir bahar günü Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstad’ı karşıladılar.
Bu esnada yediden yetmişe Barlalılar bayram sevinci içinde “Hocaefendi gelmiş.” diye onu görmek için toplandılar. Nahiyenin üst tarafında dokuz sene kaldığı ilk Nur Dersanesi’ne inerken, yolda 1939 Şubat’ında vefat eden, eski talebesi ve hizmetkârı Marangoz Mustafa Çavuş’un kapısının üzerindeki büyük kilidi görünce dayanamadı. Mübarek gözlerinden damla damla yaşlar boşandı.
Zübeyir Gündüzalp ve Tahiri Mutlu’nun kollarında dershanesine geldi. Kendini yalnız bırakmalarını istedi. Dokuz yıl, üzerinde ibadet ve tefekkür ettiği çınar ağacına sarıldı; hüngür hüngür ağladı.
Bu ağaç onun ibadetinin ve tefekkürünün rasathanesiydi. Kaç geceler dalları arasında sabahlamış, Allah’ı zikretmiş ve Risaleleri yazmıştı. Bu gurbet diyarda uzun yıllar yalnızlığını paylaştığı arkadaşına sıkı sıkı sarıldı, hıçkırıklarla ağladı vefalı insan.
Ardından, hüzünlerine ortak olan odasına girdi ve iki saat kadar orada kaldı. Hazin ağlayışı dışarıdan işitenlerin yüreklerini dağlıyordu.
Benim vazifem artık bitti
Son yıllarında Risaleler’in hızlı basımından Üstad son derece memnundu. Basılan eserlerin formaları geliyor ve müellifin bizzat kontrolünden geçiyordu. Bediüzzaman, “Şimdi Risale-i Nur’un bayramıdır. Benim vazifem artık bitti. Ben bu günleri bekliyordum. Artık gideceğim.” Diyordu.
"Menderes Bizi Anlamadı"
Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’deki seçimlerde 396 milletvekili çıkartarak tek başına iktidar olmuştu. Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’in Başbakan olmasıyla ülkede yeni bir dönem başlamıştı.
Bediüzzaman Said Nursi, özgürlüklerden yana bir tavır sergileyen Demokrat Parti’yi destekleyip, “benim reyim ehemmiyetlidir” diyerek açıkça oy vermişti. Ayrıca, ülkenin bir çıkmazdan kurtulmaya çalıştığı bu zor dönemde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e çeşitli konularda tavsiyelerde bulunmuştu. Demokrasiyi topluma hâkim kılma gibi siyasilerin güzel icraatlarını takdir ederek Başbakan Adnan Menderes’i “İslam Kahramanı” olarak vasıflandırmıştı. Fakat, sonraki zamanlarda o da hayal kırıklığına uğrayacaktı.
1957 yılında yapılan genel seçimlerde, Demokrat Parti %48 oyla iktidarını korumuştu. Demokrat Parti İslâmî bir parti değildi. Fakat, uzun yıllar süren tek parti iktidarından sonra Türkiye’de bir hürriyet havasının hakim olması Müslüman kesimlerin Demokrat Parti’yi desteklemesinde etkili olmuştu. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri siyasî hayatla ilgilenmediği ve bir parti kurup herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığı halde, o günlerde ülkedeki olumlu havanın devam etmesi için oyunu Demokrat Parti’den yana kullanma kararı almıştı. Bizzat sandık başına giderek oyunu Demokrat Parti lehine kullanmıştı.
Üstad, Demokrat Parti döneminde de çok büyük sıkıntılar yaşamasına rağmen Menderes'e dua ediyor ve talebeleri bunu açıkça biliyorlardı. Isparta’da bir sabah ders yaparken, “Kardeşlerim, ben bu gece Menderes’e dua ettim” dedi. Menderes o gece İngiltere’de uçak kazası geçirmiş, fakat kurtulmuştu.
Bediüzzaman ve talebelerinin “demokrat kardeşlere tavsiye” başlığıyla gönderdikleri mektuplara da Menderes itibar etmiyordu. İktidarın kendisine verdiği rehavet ve güçle Başbakan Adnan Menderes’in basireti bağlanmış, çevresinde dönen hadiseleri okuyamıyordu.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin son aylarında talebeleriyle vedalaşmak ister gibi bir dizi geziye çıkması bile siyasileri rahatsız ediyordu. Yirmi sekiz sene gurbetlerde, hapis ve mahkemelerde çileli bir hayat geçiren Bediüzzaman’ın son günlerdeki bu ‘veda’ yolculuklarını hükümet, muhalefet ve gazeteler mesele hâline getirdiler. Bundan dolayı, 11 Ocak 1960 günü öğleden sonra Ankara’ya gelen Said Nursî’ye hitaben, hükümet bildirisi olarak radyodan Emirdağ’da ikamet etmesi bildiriliyordu.
Ankara'ya gitmeyi arzu ettiğinde emniyet haber almıştı. İçişleri bakanlığı Bediüzzaman’ın Ankara'ya sokulmaması için emir vermişti.
Üstad, Ankara Gölbaşı'ya geldiğinde arabası polisler tarafından çevrilerek İçişleri bakanlığının emri kendisine bildirildi. Polisler mahcup olarak: 'Biz emir kuluyuz, emri tatbik ediyoruz' diyerek mazeretlerini ifade ettiler. Üstad da onlara: 'Ben suçlu değilim, aranmıyorum, o halde sizin kanunlarınıza göre her yere seyahat etme hürriyetim var. Sizin yaptığınız keyfî bir harekettir. Ben sizin kanunlarınızı dinlemiyorum. Yalnız benim altmış senedir tatbik ettiğim bir düsturum var: Asayiş bozmamak.’ dedi ve oradan geri döndü. Polatlı'ya kadar polisler kendisini takip ettiler.
Bediüzzaman, bir zaman sonra Menderes için: 'Menderes bizi anlamadı. Ben yakında gideceğim, onlar -ellerini ters çevirerek- tepetaklak olacaklar' dedi.
Üstad, 20 Ocak 1960 günü gece geç vakit, Emirdağ’dan Isparta’ya geldi. Bey Mahallesindeki ikametgâhına yerleşti. Bir müddet kaldıktan sonra buradan Afyon’a geçti. Burada da bir gece kaldıktan sonra tekrar Emirdağ’a hareket etti. Bundan sonra Isparta’ya geçen Üstad, son günlerini genel olarak Isparta’da ikamet ederek geçirdi.
Bediüzzaman’ın Son Yolculuğu ve Vefatı
Bayram Yüksel Ağabey Anlatıyor:
“Hazreti Üstad, 19 Mart 1960 Cumartesi günü, ikindi namazından sonra Isparta’ya geldi, ikindiden evvel de bir polis gelmişti:
‘Hoca Emirdağ’dan hareket etmiş.’ dedi.
‘Gelmedi.’ dedik.
Hakikaten bir saat sonra geldi. Eve gelmeden korna çalardı. Üstad’ın arabasının kornasını bilirdik. Korna çaldı. Tahirî Ağabey ile beraber hemen aşağıya indik. Kapıyı açtık, araba içeri girdi.
Üstadımız arabanın arka koltuğunda yatıyordu, zorla kucağımıza aldık, arabadan çıkardık. Merdivenden çıkarken sırtımıza almak istedik, binmedi. Kollarına girdik. Tahirî Ağabey ile beraber yatağına yatırdık. Çok şiddetli ateşi vardı, yanından hiç ayrılmadık. Namazları da nöbetle kılıyorduk.
Üstadımızın hizmetinde o anda Tahirî Ağabey, Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimizle dördümüz bulunuyorduk. 19 Mart 1960 gecesi saat iki veya iki buçuktu. Zübeyir Ağabey ile beraber Üstad’ın başında nöbet tutuyorduk. Zübeyir Ağabey kollarını ovuyor, ben de ayaklarını ovuyordum. Üstadımız bana baktı:
‘Gideceğiz.’ dedi.
‘Üstadım, nereye gideceğiz?’ dediğimde,
‘Urfa.. Diyarbakır...’ dedi.
Tekrar, ‘Gideceğiz.’ dedi.
‘Nereye Üstadım?’ dediğimde,
‘Urfa’ya gideceğiz.’ diye söyleyince, Zübeyir Ağabey:
‘Çok ateşli de ondan öyle diyor.’ dedi.
Saat iki buçuk civarında, sık sık tekrarlamaya başladı:
‘Sabah olsun hemen Urfa’ya gideceğiz.’ diyordu.
Diyarbakır, bir sefer ağzından çıktı. Daima Urfa diyordu. Tahirî Ağabey’le Hüsnü kardeşimiz nöbete geldi. Biz Zübeyir Ağabey’le sahur yemeği yemeye gittik.
Üstadımız yine, ‘Urfa’ya gideceğiz hazırlanın.’ diyor, Hüsnü kardeşimize.
Hüsnü de:
‘Lastikler arızalı.’ diyor.
Üstad:
‘Urfa’ya gideceğiz, başka araba da olabilir ve iki yüz lira da olsa veririz. Hatta cübbemi bile satabilirim.’ diyordu.
Hüsnü geldi, hemen arabayı hazırlamaya başladık. Hakikaten lastikler patlaktı. O zaman yeni lastik bulmak zordu. O sırada Üstadımız, Tahirî Ağabey’i:
‘Git, sen de yardım et.’ diye birkaç sefer gönderdi. ‘Kardeşim, ben de yardım edeyim, Üstad acele ediyor, çabuk olun.’ dedi.
Arabayı hazırladık. Üstadımız da hazırlandı, Zübeyir Ağabey de akşamdan beri:
‘Keşke Bayram da beraber gitse bize çok yardım eder, yalnız başımıza çok zor oluyor.’ diyordu.
Çünkü Üstadımız Ankara veya İstanbul’a giderken kimseyi götürmüyordu. Yalnız Zübeyir Ağabey ile Hüsnü kardeşimiz gidiyorlardı. Zübeyir Ağabey de ‘Nazar-ı dikkati fazla celbetmesin diye, Üstadımız yanında fazla kimseyi götürmüyor.’ demişti. Üstadım da hazırlandı, kapıdan çıkacağı zaman, ‘Efendim Bayram da gidecek mi?’ diye Zübeyir Ağabey, Tahirî Ağabey’e sordurdu.
Üstadımız da:
‘Gidecek.’ dedi.
Zaten ben de hazırlanmıştım. Üstadımızı arabanın arkasına yatak koyarak yatırdık. Zübeyir Ağabeyle biz şoför mahalline oturduk.
20 Mart 1960 saat tam dokuzdu. Üstadımızın evinin önünde caddede iki polis bekliyordu. O zaman hükûmet bildirisi olarak radyoda ‘Said Nursî’nin Emirdağ veya Isparta’da oturması tavsiye olunur.’ diye okumuşlardı. Polisler, ekseri Ankara veya İstanbul’a gider diye çok korkuyorlardı. Onun için bilhassa o günlerde çift polis bekliyordu. Araba hareket etmeden, ev sahibi Fitnat Hanım, arabanın yanına geldi.
Üstadımız:
‘Hemşirem Allah’a ısmarladık, bana dua edin, çok rahatsızım.’ demişti.
Üstad çok hüzünlü ayrıldı. Fitnat Hanım’ın da gözleri yaşarmıştı. Biz ayrıldıktan sonra, Fitnat Hanım, Tahirî Ağabey’e, ‘Bu sefer Üstad’dan ben şüphelendim. Vallahi yerini aramaya gidiyor.’ Demişti.
Devam edecek…