Üstad’ın kabrinin 27 Mayıs cuntası tarafından meçhul bir yere nakledilmesine şahitlik eden Ahmet Çam: “Cenazenin kimliği sır gibi saklandı. Sorduğumuzda bize ‘casus’ olduğunu söylediler. ‘Ağzınızı açarsanız askerliğiniz bitmez.’ diye tehdit ettiler. 3 gün sonra Said Nursi olduğunu öğrenince başımdan kaynar sular döküldü.”
Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının üzerinden 55 yıl geçti. 23 Mart 1960’ta vefat eden Said Nursi, önce Şanlıurfa’ya defnedildi. Ancak 27 Mayıs darbesinin ardından cunta yönetimi Bediüzzaman’ın naaşını kabirden çıkarıp bilinmeyen bir yere nakletti. 1960’ın temmuz ayında gerçekleşen nakil işlemine tanıklık edenlerden biri Nur talebesi Gaziantepli Ahmet Çam’dı. O dönem askerde er olan Çam, koruma görevi aldığı ikinci defin olayıyla ilgili şahit olduklarını anlattı. Afyon’dan aldıkları naaşın askeri araçlar nezaretinde taşındığını, defnedilecek kişinin kimliğinin de sır gibi saklandığını ifade eden Çam şöyle devam etti: “12 asker ve 6 subay görevlendirildi. Bize mermi dolu tüfekler verdiler, her an tetikte olmamızı emrettiler. Kimin cenazesi olduğunu bilmiyorduk. Sorduğumuzda, gelen kişinin bir casus olduğunu söylediler. Zifiri karanlık bir gecede, cenazeyi virajlı ve çok bozuk yollardan geçerek Isparta’nın bir dağına götürdük. Kabrinin olduğu yere ne mezar taşı ne de bir başka işaret konuldu.” Çam, defin işlemi tamamlandıktan sonra 02.00’de birliğe döndüklerini ve bir subay tarafından “Ağzınızdan bir şey kaçırırsanız askerliğiniz bitmez.” diye tehdit edildiklerini söyledi.
Bediüzzaman'ı genç talebeleri anlattı
Yeryüzünde Hakk’ın rızasını gözeterek yapılan her iş, ardında yine o rızaya uygun meyveler bırakır. Tıpkı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ardında bıraktığı Risale-i Nur ve o nurun talebeleri gibi… Bediüzzaman’ın vefatının 55. yılında, ilk gençlik dönemlerinde Üstad ile tanışmış, onun yoluyla hemhal olmuş güzel insanlarla konuşuldu.
Her devrin kendine göre bir zorluğu, bir sınavı var. Yeri gelir kâbus dolu yıllar yaşar insanoğlu, yeri gelir bu yılların getirdiği karabasanda boğulur. Fakat umut hiçbir zaman kaybolmaz. Her daim karanlığın içinden bir ışık huzmesi gibi süzülür. İşte böyle bir zamanda kutlu bir vazifeyle, ruhunu kaybetmiş bir toplumun ruhu olmak için çabalayan bir isim vardır… Asrının imanlı sesi olur, tarumar olmuş bir nesli ihya etmek için uğraşır. Bir davası vardır ve ne tecrit ne hapis ne de sürgün onu davasından vazgeçirebilir. Bir yangın vardır, elinden geldiğince bu yangını söndürmeye koşar. “Yeryüzü Kur’ân’sız kalırsa, cemaatler Kur’ân’dan uzaklaşırsa cennet bana zindan olur.” diyerek insanların imanının elden gitmemesi için kendi ahiretinden bile vazgeçecek bir inanca sahiptir. Ve evet, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Mevla’ya kavuşmasının üzerinden tam 55 yıl geçti. Ardında ise kendisi gibi güzel insanlar, talebeler bıraktı. Üstad’ın bilinen talebelerinin yanında bir de bilinmeyenleri var. Onlar gündemden, siyasetten, hayatın malayani tarafından uzaklar. Antep, Manisa, Urfa, Antalya, Siirt, İzmir, kısacası Anadolu’nun dört bir köşesine dağılmış, yalnızca ders ve hizmetleriyle meşguller ve içlerinde nice cevherleri barındırıyorlar. Hepsi de Üstad’ı gençliklerinin baharında, yirmili yaşlarında, tanımış, yol olarak onun yolunu seçmişler. Bize de bu insanlara ulaşmak, onların gözlerinde Bediüzzaman’ın ışığını görebilmek ve gösterebilmek düştü…
Üstad’ı defneden erlerden Ahmet Çam (Gaziantep):
Bize bir casusu defnedeceğimizi söylediler
Bediüzzaman Hazretleri’ni Isparta’da defneden askerlerden biri Ahmet Çam… 1939 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesine bağlı Yeniyazma köyünde dünyaya gelir, 1959 yılında da 24 aylık askerlik vazifesini yapmak üzere Isparta’ya gider. Altı aylık eğitimden sonra 58. Tümen Karargâh Birliği’nde nizamiye nöbetçisi olarak görevlendirilir. Askerliğinin on beş ayını geride bıraktığı temmuz ayının ortalarında öğle yemeği için hazırlanırken aniden gelen emirle Afyon’a doğru birkaç asker arkadaşı ve subaylarla birlikte yola çıkar. Yolda kendilerine ölü bir casusun defnedilme işlemine nezaret edecekleri söylenir. Ellerine mermi dolu tüfekler verilir ve cenazeyi güvenlik çemberine almaları istenir. Ahmet Çam, o günleri tekrar yaşarmışçasına anlatıyor: “Üstad’ın cenazesini Urfa’dan Afyon’a uçakla sevk ettiler. Bizi de o gün apar topar öğle yemeğinde Afyon’a getirdiler. 12 asker ve 6 subay cenazeyi almaya gittik. Askerî arabalarla cenazeyi Afyon Havaalanı’ndan aldık. Tabii kimin cenazesi olduğunu bilmiyorduk. Sorduğumuzda gelen kişinin bir casus olduğunu söylediler. Tüfeklerimizi çapraz tutacak şekilde askerî aracın içine yerleştik. Herhangi bir muhtemel saldırıya karşılık da tüfeklerimizi mermiyle doldurdular! Cenazeyi virajlı ve çok bozuk yollardan geçerek Isparta’nın bir dağına getirdik.”
Havanın kararmasına rağmen uzun ve yüksek bir dağın tepesine geldiklerini çok iyi hatırlıyor Ahmet Çam. Ortam o kadar karanlıkmış ki ellerindeki el fenerleri bile aydınlatmaya zor yetiyormuş. Nitekim etrafta bir mezarlık dahi olduğunu anlayamadıklarını ve Üstad’ın naaşını nasıl defnettiklerini şöyle dile getiriyor: “Ben tüfeklerin başında nöbetçi olarak beklerken birkaç adım ötede arkadaşlarım bir yer kazdı, tabutu açtı ve naaşı oraya defnettiler. Gömdüğümüz yerin etrafını subaylar ve çavuşlar sarmıştı. Defin işlemi gerçekleşirken büyük silahlarla önlemler alınıyordu. Karanlık bir havada defin gerçekleşti. Ne mezar taşı ne de burada kimin yattığını gösteren bir şey konuldu. Gömdüğümüz yerin alt tarafı mezarlıkmış. Gece defnedildiği için oranın mezarlık olduğunu anlayamadık. Üstad’ı mezara indirenler hep büyük rütbelilerdi. El feneriyle ışık tutuluyordu. Bölüğe gece iki gibi dönebildik.”
O gece bitmek bilmez Çam ve arkadaşları için. Bölüğe gelen bir subay defin işlemiyle alakalı ağızlarından bir şey kaçırmaları halinde askerliklerinin bitmeyeceğini söyleyerek tehdit eder onları. Aradan birkaç gün geçtikten sonra defnettikleri kişinin Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrenir Çam. Başından kaynar sular dökülür. O anları yâd ederken şunları söylüyor: “İşte bu millet İslamiyet’in ölüsünden bile korkar. Şimdiki aklım olsa gider onun öyle bir boynuna sarılırdım ki, onu öyle bir bağrıma basardım ki…”
İsmail Hakkı Zeyrek (Manisa):
Üstad’ın hediye ettiği iki kitabı geri çevirdim, pişman oldum
“Üstad ile lisede okurken tanıştım. O zaman Manisa’nın Yeni Cami dershanelerinde kalıyordum. Oranın bir imamı vardı, beni de çok seviyordu. Üstad’ın eserleriyle tanışmama ilk o vesile olmuştu. Bir kere tanışınca da bir daha bırakamadık. Bediüzzaman’ı başka âlimler gibi kabul etmedik biz. Diğer âlimler eserlerini toplayarak, tahlil ve terkipler yaparak vücuda getiriyor ama Risale-i Nur’un bir ilham mahsulü olduğu her yönüyle kendisini gösteriyor. Bu sebeple insanları cezbediyor ve bu asrın en büyük hastalığı olan imandaki sarsılmayı önlüyor. Aynı zamanda yeni bir dinamik, yeni bir aşk, yeni bir muhabbet imkânı sağlıyor. Onun için Risale-i Nur diğer eserlerden oldukça farklı.
Lise ikide okurken bir arkadaşımla beraber Üstad’ı ziyarete gittik Emirdağ’ına. Bize büyük bir alaka gösterdi. O tarihlerde ilk olarak ‘Sözler’ ikinci olarak da ‘Mektubat’ basılmıştı. Biz ikisini de edinmiştik daha önceden. Üstad Hazretleri bize iltifat olsun diye önce Sözler’i bana takdim etti. Kitabın bende olduğunu söyledim ve almadım. Sonra yanı başından bir Mektubat çıkardı ve bana hediye etmek için uzattı. Üstad’a bende var, dedim ve almadım. Sonra aynı kitapları arkadaşa da takdim etti. O da benim gibi Bediüzzaman Hazretleri’ne kitapların kendisinde olduğunu söyledi ve almadı. O anda Üstad tebessüm ederek, ‘O zaman ben de bundan sonra bir şey vermeyeceğim size.’ dedi. Biz güya o zaman Üstad Hazretleri’nin istiğna düsturuna riayet etmek için kimseden bir şey almamaya çalışıyorduk. Hâlbuki Üstad Hazretleri’ne bu yapılamazdı ama biz çocuk olduğumuz için bu hatayı işlemiştik. Dışarı çıkınca Zübeyir Ağabey, ‘Yahu ne yaptın sen?’ diye sordu bana. Ben de ‘Pişman oldum ama oldu bir kere.’ dedim. Isparta’ya döndüğümüzde Bayram Ağabey’e anlattım yaşananları. Güldü ve bana bir ‘Lema’lar’ hediye etti. Memlekete gittiğimde de onu da birisi elimden aldı. Kitaplar bana yar olmadı yani.
Üstad’ı son ziyaretim ise vefatından kırk gün önce oldu. Ankara-İstanbul-Konya arasında ziyaretler yapıyordu. Ankara’da durmadan Eskişehir’e geçmişti. Biz de hemen bir panelvana atladık, Eskişehir’e geçtik. Soğuk bir gündü. Kuşluk vaktinde Emirdağ’ında ziyaret ettik kendisini. Üstad’ı ziyaretlerim arasında hiçbirisinde onu böyle zinde görmemiştim, delikanlı gibiydi. İzmir ve Manisa’ya da geleceğini söylemişti. Tabii bu geliş, her zaman vücuduyla geliş gibi olmuyor, bu hizmetin orada inkişaf edeceği manasına da gelebiliyordu. Nitekim öyle de oldu.”
Yusuf Urundaş (Şanlıurfa):
Üstad’ın cenazesinde ilahi okuduğu için hapse atılan var
1942 senesinde Şanlıurfa’da gözlerini dünyaya açan Yusuf Urundaş, küçük yaşlarda babasının da etkisiyle Risale-i Nur kitaplarıyla tanışır. Üstad’ın uzun yıllar hizmetinde bulunmuş Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in yanında Risale derslerine katılır. Günlerden bir gün Said Nursi Hazretleri’nin Urfa’daki İpek Palas Oteli’ne geldiği haberini alır. Ve koşar gider otele…
Karşılaştığı manzara onu hayrete düşürür: “Çok büyük bir kalabalık yığılmıştı otelin önüne. O zaman İçişleri Bakanı Namık Gedik, ‘Hasta da olsa göndereceksiniz, Urfa’da kalmayacak.’ diye talimat vermişti. Urfa’daki vatandaşlar bu karar için, ‘Üstad bizim misafirimizdir, onu vermeyiz.’ deyince emniyet teşkilatı otelin önüne geldi ve içişleri bakanının emri olduğunu söylediler. Kalabalık arttıktan sonra Demokrat Parti İl Başkanı Muhammet Hatipoğlu geldi ve “Üstad benim misafirimdir, kimse onu buradan götüremez.” dedi. Kalabalık dağıldıktan sonra Zübeyir Ağabey ile beraber yukarı çıktık. İki oda vardı, birinde Üstad ve Zübeyir Ağabey kalıyordu, diğerinde de Bayram, Hüsnü ve Abdullah Yeğin ağabeyler... Vatandaşlar birer birer Üstad’ı ziyarete geliyordu. Üstad sırtüstü uzanıyordu, ‘Yusuf kardeş gelsin.’ demiş benim için. İçeri girince Üstad Hazretleri karyolaya sırtüstü uzanmış, eli göğsünün üzerinden nefesi inip kalkıyordu. Gittim elini öptüm, o da mübarek eliyle başımı sıvazladı, dua etti. Karyolanın ayak kısmında durdum öylece. Vaziyetine baktım, hastalığı çok ilerlemişti. Üstad o hasta haliyle pek çok Urfalı misafiri kabul etmiş, hiçbirini geri çevirmemişti. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey, ‘Üstad Isparta’da bile bu kadar çok kişiyi kabul etmemişti. Bu hasta haliyle Urfa’da kimseyi geri çevirmiyor. Urfa’yı çok seviyor.’ dedi. Üstad’ı daha fazla rahatsız etmemek amacıyla odadan ayrıldım.”
Bir gün sabah işe giderken Üstad’ının vefat haberiyle sarsılır Urundaş. İşi gücü bırakıp hemen İpek Palas Oteli’ne koşar. Orada kendisine Üstad’ın en özel eşyaları emanet edilir: “Üstad’ın cenazesi odadan çıkarıldıktan sonra Zübeyir Ağabey içeri girdi ve Üstad’ın kıymetli eşyalarını bir poşete doldurmuş bir şekilde geri geldi. Bavul tipinde bir sepeti, iç çamaşırı, demliği ve daha bazı kıymetli eşyaları vardı. Zübeyir Ağabey elinde bu eşyalarla bana baktı ve dedi ki: ‘Yusuf kardeş, bu eşyalar otelde kalmasın, sana emanet ediyorum. Sen bunları emin bir yerde sakla.’ Ben de hemen eşyaları aldım ve tanıdık bir kardeşimize götürüp verdim.”
O yıllarda Risale ve Said Nursi o kadar korkulan ve suç teşkil eden iki kelimedir ki Üstad öldükten sonra bile yıllarca insanlar hapse mahkûm edilir. Urundaş, o yıllarda unutamadığı bir hadiseyi şu cümlelerle naklediyor: “Üstad’ın cenazesi eller üzerinde taşınırken bir belediye görevlisi güzel sesiyle ilahi okumuştu. 27 Mayıs ihtilalinde o belediye görevlisi, Üstad’ın cenazesinde ilahi okuduğu için hapse atılmıştı.”
Selahattin Akyıl (İzmir):
‘Risalenin bana ihtiyacı kalmadığı için sesim kesildi’
1933 yılında Van’da doğan Selahattin Akyıl, gençliğinde tanıştığı Risaleleri askere gittiği zaman da elinden bırakmaz. Dönüşte ise Bediüzzaman’ı canlı bir şekilde gidip görmenin vakti geldiğine karar verir. İlk gittiğinde göremez, ikinci gittiğinde ise şehirden ayrılmak üzereyken yakalar. Bediüzzaman, merdivenlerden iniyordur, hemen elini öper, konuşur. Üstad da kendisine Van’daki talebelerinin hepsini teker teker sorar. Daha sonra tekrar tekrar Üstad’ı ziyaret etme fırsatı bulur Selahattin Akyıl. Son görüşmesi ise vefatına bir ay kala Emirdağ’ında gerçekleşir. Kendisini dinleyelim: “Bediüzzaman Hazretleri bana şunları söyledi: ‘Bir ay sonra o taraflara geleceğim. İstiyorum ki seni de yanıma alayım, beraber gidelim. Ama diyecekler ki kendi hemşehrisini yanına aldı. O yüzden sen git, ben bir ay sonra geleceğim.’ Hakikatten bir ay sonra Urfa’ya geldi ve orada Hakk’a yürüdü. O dönem hastalığı oldukça ilerlemişti. Bana bakarak, ‘Bak kardeşim. Allah benim sesimi de kesti, beni Risale-i Nur’a perde yapmamak için. Bütün müşküller Risale-i Nur’da halledilmiş. Risale’nin bana ihtiyacı kalmadığı için sesim kesildi.’ sözlerini söyledi.”
“Üstad son görüşmemizde bana, ‘Sizin oralarda Şeyh Fehmi’nin çocukları var mı?’ diye sordu. Torunları olduğunu söyledim. Üstad da bana, ‘Şeyh Fehmi’yi yanıma almışım. Torunlarını görürsen selam söyle. Risale-i Nurları okusunlar, millete duyursunlar.’ dedi. Yıllar önce vefat etmiş bir adamı yanına aldığını söylüyordu. Ayrıca Van’da Risale-i Nurların yayılması konusunda da beni vekil kıldı. Daha sonra Van’da Şeyh Fehmi’nin bir torununun müftü olduğunu öğrendim ve dükkânımın önünden geçerken yakaladım, ‘Müftü efendi, ben Bediüzzaman’ın ziyaretinden geliyorum. Size selamı var. Senin dedeni yanına aldığını, onun için hiç üzülmemeniz gerektiğini ve Risale-i Nurları millete duyurmanız gerektiğini söyledi.’ dedim. Müftü de hiç sorgu sual etmeden ‘Başım gözüm üstüne.’ diye söyledi. Daha sonra hiç sorun yaşamadan Van’ın Erek Camii’nde her sabah namazından sonra Risale-i Nurları okumaya başladık. Ta ki 1960 İhtilali’ne kadar. Bu tarihten itibaren çok iftiralar atıldı, zor zamanlardan geçildi. Üstad vefat ettikten sonra onun için Van’da mevlid okuttum. Çok kalabalık bir cemaat vardı. Avukat Gültekin Sarıgül Ağabey de konuşma yapmıştı Üstad için. Mevlid bittikten sonra herkesi toplamaya başlamışlar. Dershanenin önüne gelince beni de aradıklarını söylediler. Gültekin Ağabeyi de almışlar içeri. Karakola kendi başıma gittim ve ‘Beni arıyormuşsunuz.’ dedim. Komiser de ‘İyi oldu geldiğin.’ dedi. Yaklaşık 500 kişiyi sorguya almışlar. 81 kişi asliye cezada, biz 7 kişi de ağır cezada yargılanıp 7 ay hapis yattık. Fakat hapishanede de durmadık, hizmetlerimize devam ettik.”
Şeyh Abdullah Aydın (Siirt):
‘Sen bir kibrit çakacaksın, o nurlanacak, aydınlık verecek’
İsmail Fakirullah ve Sultan Memduh Hazretleri’nin torunlarından olan Şeyh Abdullah Aydın, Tillo doğumlu ve 80 yaşında. Henüz üç yaşındayken tüm ailesiyle birlikte sürgüne gitmişler. On ay boyunca Ergani’de kaldıktan sonra üç ailenin yeni sürgün yeri Manisa olmuş. Lakin sürgün hayatı bundan ibaret değil. Dedesi Şeyh Cemil ve babası Şeyh Kamil ile birlikte başlamış asıl sürgün. 1926 yılında dedesi ve babası Burdur’a sürgün edilirler. Üç odalı bir evde kalırlar. Bir süre sonra Üstad Bediüzzaman Hazretleri de o eve sürgün olarak gelecektir. Evin bir odası Üstad’a verilir. Bediüzzaman Hazretleri, önceki yıllarda Tillo’da bulunduğu için Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil’i tanıyordur. 1914 yılında Tillo’ya gelmiş, Sultan Memduh Hazretleri’nin dergâhının yanındaki bir bodrumda altı ay boyunca kalmıştır. Daha sonra ise Rus Harbi’ne katılmak üzere buradan ayrılmıştır. Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil ile Tillo’da bu sayede tanışmıştır.
Burdur’da üç odalı evin üç âlimi, çevresine ışık saçmaya başlar. Abdullah Aydın, Bediüzzaman Hazretleri’nin ilk geldiği zaman yaşanan şu anekdotu aktarıyor: “Üstad geldiği zaman kapıda dedeme, ‘Şeyhim, ben lambaya gazyağı doldurdum, şişesini de sildim. Fitili kestim ve bıraktım. Sen bir kibrit çakacaksın, o nurlanacak, aydınlık verecek, herkes faydalanacak.’ demiş.” Üç odalı evde üç kişi kalırlar. Her gün öğle vakti kapılarını açarlar. İkindi vaktine kadar insanlar onları ziyaret eder ve sohbetlerinden yararlanır. İkindi vaktinden sonra ise kapı kapanır. Ertesi günün öğle vaktine kadar iştiyakla ibadet ve tefekküre dalarlar. Dokuz ay boyunca beraberlikleri böylece sürüp gider. Daha sonra Sason kazasının müftüsü de Burdur’a sürgün edilir. Müftü, Üstad’a der ki: “Senin okuduğun ilmi biz de okuduk, yalnız bu misalleri nereden getiriyorsun?” Üstad ise şu şekilde cevap verir: “Onu da sana söyleyeyim. Bu misaller, gökten zincirle bir sepetin içinde geliyor. Oraya bir vasıta lazım ki o misalleri bize söylesin. O araç da takvadır.”
Burdur’da dokuz ay beraber kaldıktan sonra Şeyh Cemil ve Şeyh Kamil İstanbul’a, Üstad Hazretleri ise yeni sürgün yeri olan Barla’ya gönderilir. Abdullah Aydın’ı dinleyelim: “Böylece birbirlerinden ayrılıyorlar. Fakat ayrıldıktan sonra da mektuplaşmalar ve irtibat devam ediyor lakin birbirlerini hiç göremiyorlar. Üstad vefat etmeden önce dedem Şeyh Cemil’e mektup yazmış ve şunları dile getirmiş: ‘İnşallah gelip Fakirullah ve Sultan Memduh Hazretleri’nin yanında darülfenadan darülbekâya gitmek istiyorum.’ Yani Tillo’da vefat etmek istiyorum diyor. Yolda Urfa’dayken benzinleri bitiyor, İpek Palas Oteli’ne geliyorlar. Sonra ‘Tillo buraya yakın mı?’ diye soruyor. Etrafındakiler ise Tillo’nun buraya çok uzak olduğunu, geceyi burada geçirmeleri gerektiğini söylüyorlar. O gece Urfa’da vefat ediyor. Tillo’ya gitmek kısmet olmuyor.”
Avukat Gültekin Sarıgül (Antalya):
40 yıl Risale-i Nur davalarında avukatlık yaptım, palto alacak param bile yoktu
Ankara Hukuk Fakültesi’nde talebeyken Risale-i Nur kitaplarını okumaya başlar Gültekin Sarıgül. Mezun olup stajını bitirdikten sonra, cübbesini giyer giymez Risale-i Nur davalarında gönüllü avukatlık yapmaya başlar. İlk olarak Burdur’da açılan davaya müdahil olur. Bekir Berk Ağabey ile 1959-1965 yılları arasında 300’den fazla davaya koşturur. Yıllarca ne üzerinde giyecek bir paltosu ne de cebinde beş kuruş harçlığı vardır bu genç avukatın. Risale ve Üstad ile alakalı 40 yıla yakın 2 binden fazla davaya girer. O zaman yaşadığı sıkıntıları şu cümlelerle anlatıyor: “Bu davalar azalmaya başladıktan sonra ancak meslekî çalışmalar yapmaya başlayabildim. Hiç ücret almıyorduk ve yazıhane kiramızı ödeyemiyorduk. Bir pardösüm bile yoktu. Bir gün rahmetli Bayram Ağabey, Kilis’te giyilmiş paltolardan bir tane getirdi ve bana, ‘Fukara avukat, giy bakayım şunu!’ dedi. Bir giydim ki 56 beden, neredeyse kayboldum içinde.”
1937’de Antalya’da doğan Gültekin, Ankara Hukuk Fakültesi’nde sınavlara çalışırken eline Üstad’ın Sözler adlı eseri geçer. Yavaş yavaş okur ve kendini büyük bir deryanın içinde bulur. O zamana kadar İbn-i Arabi gibi birçok alime tasavvuf kitapları okumuştur ancak hiçbiri Said Nursi’nin eserlerine benzemez. Bundan çok etkilenir. Kitabı yazan kişinin Ankara Hukuk’tan Atıf Ural diye birisi olduğunu öğrenince tanışmaya gider. Üstad’ı defalarca ziyaret etmek ister ancak ağabeyler izin vermez. Ağabeyler ona, “Evvela tüm Risale-i Nur külliyatını alıp okuyacaksın.” der. Genç avukat son sınıfa geldiğinde dayanamaz ve trene atlayıp Üstad’ı görme arzusuyla Isparta’ya gider. Ömrü boyunca unutamayacağı anlar yaşar: “1959 yılıydı. Üstad’ın evine yaklaşırken pos bıyıklı güzel bir ağabey gördüm. Meğer o Zübeyir Gündüzalp Ağabeymiş. Beni gördü, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sordu. Ben de, ‘Mümkünse Üstad’ı görmek istiyorum.’ dedim. O da, ‘Üstad çok rahatsız.’ dedi. Ben de hiç üstelemedim. ‘Peki gideyim o zaman.’ dedim. Ben böyle deyince Zübeyir Ağabey’in çok hoşuna gitmiş, ‘Hop hop.’ diyerek durdurdu. ‘Nereye gidiyorsun? Şu caminin orada dur ve bekle, Üstad’ımız Eğirdir’e gidecek, geçerken görürsün.’ dedi.”
Genç avukat caminin orada beklerken Zübeyir Gündüzalp Ağabey koşarak Gültekin’in yanına yaklaşır ve “Ben de seni arıyordum, Üstad seni bekliyor.” der. Sarıgül, heyecanla koşar adım kapıdan girer, “Arkada araba hazırlanmıştı. Tahir Mutlu ve Bayram ağabeyler de oradaydı. Üstad’ımız arabada sağ arka koltukta oturuyordu. Pencere açıktı. Atıldım, o da bana elini uzattı, öptüm. Orada Bayram Ağabey, Üstad’a beni şu cümlelerle tanıttı: ‘Arkadaşımız Risale-i Nur okuyor ve hizmet ediyor.’ Üstad orada üç kere maşallah diyerek başımı sıvazladı. Bana ‘Adın ne?’ diye sordu. Gültekin dedim. Değiştirecek mi acaba diye bir an durdum, şöyle yukarı doğru başını kaldırarak ismimi heceledi. Muhakkak ki orada bir şeye baktı ama biz onu bilemiyoruz tabii. Sonra başını sağa çevirdi ve ‘Otuz!’ diye bir şey söyledi ve sonra sesi gitti. Dikkat kesildim ama anlamam mümkün değildi. Hemen orada imdadıma Bayram Ağabey yetişti, ‘Kardeş, Üstad’ımız diyor ki, ‘Seni otuz yıl hizmetimde bulunmuş bir talebe olarak kabul ettim. Anneni ve babanı da duama dahil ettim, onlar da bana dua etsinler.’ Daha sonra Üstad’ın sesi tekrar duyuldu ve ‘Antalya’da hanım talebeler var. Onlara selam söyle. Seni onlara vekil tayin ettim.’ dedi.”
HARUN İLHAN -VEYSEL ENGİ - ZAMAN