Şaşırtıcı değildi dediysem, annemin haberi alır almaz sevinçten ağladığını saklayacak değilim. Günlerce sevinçten içi içine sığmamış, adeta ayakları yerden kesilmişti. Annemin ruh hali böyleyken, benimkini varın siz düşünün!
Hukuk fakültesinde okuduğum için kendimi hep şanslı hissettim. Evet, iyi bir hukukçu olmak için çok çalıştım. Arkadaşlarıma sınav öncesi az ders anlatmadım. Güleceksiniz ama, o kadar iyi anlatıyordum ki, bir keresinde ders anlattığım arkadaşlarımdan biri benden çok daha yüksek not almıştı.
Hayal kurmayı hep sevmişimdir. Bu dersler sırasında arkadaşlarımı hukukun girift alanlarında dolaştırırken, bazen bir avukat bazen de bir hakim olduğumu hayal ettiğimi hatırlıyorum. Normal derslerde hocalarımı dinlerken de ara sıra dersten kopar, giymek için cübbelerden cübbe beğenirdim. En çok da “hakim olma” hayali motive ediyordu beni. Evet, evet! Sıcak kahve kokusuna karışan hayallerim vardı benim!
Sonunda üniversiteyi bitirmiş, diplomamı alarak ailemin yanına dönmüştüm. Artık bir hukukçuydum. Babamın diplomama bakarken benimle nasıl gurur duyduğunu iliklerime kadar hissetmiştim. Dalıp gitmişti. Diplomamın üzerindeki iki satır yazıyı sanki kitap okur gibi uzun uzun okuyordu. Ne zaman bir işi başaramama korkusu beni sarsa, babamın kızıyla gurur duyduğu o hali gelirdi aklıma; korkularımdan, endişelerimden kurtulurdum. Meğer korkularım ne kadar basit, korktuklarım ne kadar sıradanmış…
Mezun olmuştum ama hayallerime kavuşabilmek için aşmam gereken zorlu bir hakimlik sınavı engeli vardı. Kaybedecek vakit yoktu. En iyi bildiğim şeye tekrar başladım: Çok çalışmak! Ben söylemesem de tahmin etmişsinizdir. Evet, sınava çalışırken kahve kokusuna karışıp hayal kurmayı hiç terk etmedim.
Sonunda beklenen gün geldi ve sınava girdim. Çok iyi geçmişti. Ama sonuçlar açıklanıncaya kadar endişeli bir bekleyişten kaçış mümkün müydü? Bu sırada, bir yandan kırmızı cübbeli hakim hayalleri kuruyordum, öte yandan “ya kazanamazsam” korkusuyla kendimi yiyip bitiriyordum.
Evimizde bir bayram sabahına uyandık. Bildiniz! Sınav sonuçları açıklandı ve ben kazandım. Akrabalarım, arkadaşlarım sadece bu haber üzerine bana “Hakime Hanım!” demeye başladılar.
Ah o akrabalarım!
Bu anneler ne garip! Bunca mutluluğun içinde nasıl da hüzünlenecek bir şeyler buluyorlar. Büyük fedakarlıkla yetiştirdiği kızının hakimlik gibi onurlu bir mesleği yapacak olması ile teselli olsa da, kızından ayrılacak olmanın hüznü başlamıştı. Canım annem, meğer bizi ne acı ayrılıklar bekliyormuş!
Mutluydum, hem de çok! Önce, benim için para kazanılan bir meslek olmanın çok ötesinde, bir ideal olan hakimliğe ulaşmıştım. Sonra da, meslektaşım, dünyanın en iyi insanı, harika bir dost ve güzel bir eş olan hayat arkadaşımla tanışmıştım. Artık daha güçlüydüm. Adaletin sağlanmasına birlikte hizmet edecektik. Bir insan daha ne ister ki!
İlk görev yerim Gaziantep’ti. Bir yandan tebrikleri kabul ediyor, öte yandan, “Büyük bir şehrin iş yüküne cevap verebilir miyim?” endişesi taşıyordum. Endişe ediyordum, çünkü hakim olmaya karar verdiğimden beri, “Ya yanlış bir karar verirsem, ya suçsuz birini cezaevine gönderirsem?” diye düşünüp duruyordum. Tüm hakimlerin de bu korkuyu yaşadıklarını sanıyordum. Meğer yanılmışım. Buna ilk kez şahit olduğumda kalbimin acıdığını hatırlıyorum.
Gaziantep Adliyesi çok büyüktü. Kıdemli hakimlere büyük bir saygı duyuyordum. Öyle ya, adaleti tesis etmek için ne çok emek vermiş olmalılardı. İş yoğunluğuna rağmen, staj günlerimdeki gibi, kıdemli hakimlerden ne kadar çok istifade edebilirsem o kadar iyi olur düşüncesiyle her fırsatı değerlendiriyordum. Dava dosyalarını evime götürüyor, geç saatlere kadar inceliyor, ayrıntılı not alıyordum. Dosyaların arasında, sıcak kahve kokusuyla hayal kurmaya dahi vakit bulmakta zorlanıyordum. Düşünün durumumun vahametini!
Zaman zaman izindeki bir hakimin yerine duruşmalara çıkardım. Bazen bu yetkilendirmeler gecikirdi. Duruşma saati başladıktan sonra o mahkemeye yetkilendirildiğimi öğrenince, davanın tarafları için çok üzülürdüm. O kısa sürede dahi olsa dosyaları incelemeye çalışır, geçici bir hakim yüzünden adaletin gecikmesini engellemek için elimden geleni yapardım. Tabii duruşmalar bittiğinde gücüm kalmaz, toparlanmakta çok zorlanırdım, ama elimden geleni yapmanın huzuru içimi doldururdu. Meğer, adaletin gecikmesi nelere mal olurmuş…
Mesleğimi daha iyi yapabilme, kalem işlerini en doğru ve pratik bir şekilde halletme telaşı içindeyken hamile olduğumu öğrenmiştim. Mesleğime ve eşime aşıktım. Üçüncü aşkımın, bebeğimin geleceğini öğrendiğimde eşime, “Şimdi minik bir bebeğimiz olacak ve civciv gibi yanımdan hiç ayrılmadan bana ‘anne, anne’ diyecek, öyle mi? İnanamıyorum!” demiştim. Meğer, civcivim istese de yanımda kalamayacakmış.
Hamilelik süreci çok zor geçti. Sabahları bulantıların en fazla olduğu zamanlardı ve duruşmalar hep sabahları yapılmak zorundaydı. O dönemde dahi raporlu ya da izinli hakimlerin yerine duruşmalara çıkardım. Aynadaki halimden korkmaya başlamıştım. Betim benzim kalmamıştı. Doktorum bana rapor vereceğini, bu şekilde çalışmamın riskli olduğunu söylese de, dosyalarımı bilmeyen başka bir hakimin geçici olarak duruşmalara katılmasına, o hakime ekstra yük olmaya gönlüm razı olmadı. Rapor almadan işime devam ettim.
Sıcak kahve kokusunda hayaller kurmaya vaktim yoktu. Karnımda “civcivim”, yanımda eşim ve içimde mesleğimi elimden geldiğince doğru yapmanın huzuru vardı.
Oğlumu doğuracağım güne yaklaşmıştık. Heyecanımız büyüktü. Annem torunu için alışverişler yapmaya devam ediyordu. Doktor kontrollerimiz sıklaşmıştı. Uzun bir süreden beri oldukça büyüyen karnım nedeniyle geceleri uyuyamıyordum. Ayaklarım şişmişti, ayakta durmakta da zorlanıyordum. Bebeğimizi kucağımıza aldıktan sonra doğum iznimde bol bol uyuyabileceğimi düşünüp uykusuzluğa dayanmaya çalışıyordum. Meğer, uykusuz geceler hiç bitmeyecekmiş, ta ki ebedi bir uykuya kadar…
Doğuma sayılı günler vardı. Oğlumun sağlığı etkilenmesin diye televizyona bakmıyor, bilgisayardan uzak duruyordum. Zaten istesem de oturarak vakit geçiremiyordum. Bebeğimin tekmeleri artmıştı. “Hazır mısınız? Geliyorum” demeyi hiç ihmal etmiyordu. Cumartesi sabahı lojmanımızda hafif bir kahvaltı yapmıştık. Karnım iyice büyümüş, mideme baskı yapıyordu. Bu nedenle bir türlü tam olarak doyamıyordum. Boğazımdan aşağıya doğru yanma hissi vardı. Oysa annelerimizin sık sık söylediği gibi artık iki canlıydım, oğlum için yemeliydim. Bir sonraki yemeğimizi yemeyi beklerken, kapımız sert bir şekilde çalındı. Bir anda irkilmiştim. Yavaş yavaş yürüyerek açtığım kapımızda polisler vardı. Nöbetçi hakim-savcılar için kapıya polisin gelmesi normaldi ama bu o normallerden biri değildi. Savcı olan eşime nöbet işlerinden kalan bir şeyler sormaya gelmiş olmalarını ne çok isterdim. Düne kadar beni her gördüklerinde ayağa kalkıp, saygı gösteren polislerin yüzleri asıktı. Yüzüme iğrenme duygusuyla karışık bir nefretle bakıyorlardı. Ayakkabıları ile bir anda evimize daldılar. Bir şeyler söylüyorlardı, hiç anlamıyordum. Tek hatırladığım, “darbe, gözaltı” gibi sözcüklerdi. Kimden bahsediyorlardı? Evimizde ayakkabıları ile ne işleri vardı? Bebeğimin kıyafetlerinin olduğu kutular, çekmeceler neden açılıyordu? Bir de eşimin, benim için ne kadar endişelendiğini hatırlıyorum. Bana sık sık “Korkma bir şey yok, bebeğimizi düşün” diyordu. Çok acıkmıştım, ama bizi yanlarına alarak götürdüler.
Lojmanların dışarısı kalabalıktı. Başka hakim ve savcıları da gözaltına almışlardı. Gözaltına alınanlar ve onların yakınları, benim, yani doğumuna 15-20 gün kalmış bir kadının gözaltına alındığını gördüklerinde, kendi acılarını unutmuşlar, adeta yıkılmışlardı. Çok sayıda polis ve polis otobüsü vardı. Bir de meslektaşlarımın ağlayan çocukları kaldı aklımda.
O güne dair unuttuğum bir olay var. Şimdi aklıma geldi! İtiraf edeyim, aslında hiç aklımdan çıkmıyor o tablo… Sadece unutmak istiyorum! Ama onu da anlatayım. Hani 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili bir Rum esnaf, “En çok dükkanıma ilk taşı atan Fırıncı Yusuf ağırıma gitti. Komşuyduk, sabahları tavla oynardık,” demişti ya. İşte o Fırıncı Yusuf’un torununu lojmanların bahçesinde gördüm o gün. Hakimdi. Lojmanlarda kalıyordu. Elinde bir liste vardı. Polislere, o listedeki hakim ve savcıların dairelerini gösteriyordu tek tek. Akşamları tavla oynadığı, birlikte keyifle çay-kahve içtikleri, çocuklarının çocuklarıyla arkadaş olduğu komşularının dairelerini.
Bir de haklarında gözaltına alınma kararı bulunmayan hakim-savcılar vardı. Yok, yok aslında onlar yoktu. Evet, hiçbirisi yoktu. Evlerinin perdeleri tamamen çekiliydi, çocukları dışarıda oynamıyordu. Sanki hepsi uzun bir tatildeydi. Meğer, herkes her şeyi biliyormuş ve Fırıncı Yusuf’un torunu dışında hepsi ortadan kaybolmuş. Sadece kendilerini değil, insanlıklarını, vicdanlarını da bir daha geri getirmemecesine götürmüşlerdi…
Korkuyordum. Polis aracında, gözaltında sancılarım gelmişti. Bu kabusun sona ermesi için çok dua ediyordum. Gözaltında ne çok insan vardı. Gaziantep yazının ne kadar sıcak olduğunu bilenler bilir. O sıcakta, mahşer yerini andıran bir mekanda ayaküstündeydik. Sadece bir tuvalet vardı. Evde, hamileliğim nedeniyle saat başı tuvalete gidiyordum; gözaltında ise, kendimi tutmaya çalışıyordum. Tuvaletten gelen kokuya dayanabilmek çok zordu. Ortam çok havasızdı, bayılacak gibiydim. Çok acıkmıştım, civcivim de acıkmış olmalıydı, ama o kokular yemeği düşünmemi engelliyordu. Eşimin endişe dolu gözleri üzerimdeydi. Metanetli durmaya, bu kabusun biteceğini hissettirmeye çalışıyordu bana. Meğer bu kabus hiç bitmeyecekmiş…
Duruşma yaptığım zamanlarda dışarıda bekleyen insanları düşünüp, oyalanmamaya, elimden geldiğince hızlı olmaya çalışırdım. Aralarında evde çocuklarını bırakanlar, iş yerinden kısa süreliğine izin alarak gelenler, hastalar ya da yaşlılar olabilir diye düşünürdüm. Elimde olmayan sebeplerle geciktiğimde, bekleyenlere mahçup bir şekilde bakıp gecikme nedeniyle özür dilerdim. Şimdi dışarıda, koridorda bekleyen bendim ve kimsenin acelesi yoktu. Yanımızda duran insanlar azalmıyor, yenileri bize katılıyordu. Hamileliğim nedeniyle sıcağı daha fazla hissediyor, nefes alamıyordum.
Gözaltındakilerin neredeyse hepsini tutuklamaya sevk ettiler ve tutukladılar. Aralarında eşim de vardı. Beni salıverdiler. Anneciğimin boynuna sarılıp uzun süre hıçkırıklarla ağladım. Eşim bebeğimizi doğurduğumda yanımda olamayacaktı. Karı-koca hakimler dahi tutuklanmıştı. Evdeki çocukları ne yapacaklardı? Birbirimize destek olmamız gerektiğini düşünüyordum, ama doğum günü gelmişti ve istesem de kimseye ulaşamayacak durumdaydım.
Gözaltı sürecinde yaşadıklarım nedeniyle bebeğimin sağlığından çok endişe ettim. Şoku atlatamamıştım. Gözyaşlarım sel gibi akıyordu. Eşime çok ihtiyacım vardı. Bebeğim doğunca kısa bir süre içimi sevinç kaplamıştı. Eşimin o an bir cezaevi hücresinde olduğunu, yanımda olamadığını, o mutluluğu yaşayamadığını düşünür düşünmez gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Hemşireler bebeğimin babasını soruyorlardı. Annem araya girerek soruları geçiştiriyordu. Bana sık sık “Bu kadar harap etme kendini. Sütün gelmez, Yusuf aç kalır. Oğlunu düşün” diyordu. Evet, Bülent Yusuf’tu oğlumun adı. Adını babasıyla birlikte koymuştuk. Bebeğimin ilk fotoğrafını cezaevindeki eşime avukatımız götürmüş. Bunu öğrendiğimde çok mutlu olmuştum. Bu mutluluğun etkisiyle olsa gerek, kısa bir süre içinde Yusuf’umun sütü geldi. Artık civcivim aç kalmayacak, uyuyabilecekti. Uyurken yüzünü, ellerini seyretmekten kendimi alamıyordum. Acı dolu günlerime yetiştiği için ona minnet doluydum. Dayanma gücümdü o benim.
Lojmandan derhal tahliye ettiler bizi. Adeta attılar. Eşimi ziyaret edebilmek için Gaziantep’te ev tuttum. Artık bir işimiz ve maaşımız yoktu, üstelik yüksek miktarda kira ödemek zorundaydık. Banka hesaplarında maaşlarımızdan arta kalan az bir miktar paramız vardı ama onlara dahi el konulmuştu. Küçük bebeğimle bir yerlerde çalışamayınca, örgü örüp Instagram’da satmaya çalıştım. O örgüleri yetiştirebilmek için geceleri uykusuz kalıyor, bir yandan da hem kendime hem de diğer hakimlerin ailelerine ağlıyordum. Sıcak kahve kokulu hayallerim yoktu artık. Bu yokluğu dahi çok sonraları fark ettim. Her şey karanlıktı, her yer karanlık.
Örgüler yeterince satılmayınca, bir akrabamdan borç istedim. Ne kadar zormuş borç istemek! Akrabam parayı göndermiş. Almak için bankaya gittiğimde, parayı transfer ederken bir not düşmüş havale işlemine, “Devlet millet aleyhine kullanılmamak şartıyla” diye. Beynimden vurulmuşa döndüm. Kalbime adeta bir bıçak saplanmıştı. Yanlış işler yapmaktan ne kadar uzak olduğumu en iyi o biliyordu. Ama bu notu yazabilmişti işte. O paraya o kadar çok ihtiyacım vardı ki! Ama reddettim, almadım, açlıktan öleceğimi bilsem de alamazdım! Meğer, insanlık denen o değer çoktan ölmüş…
Eşimi ziyaret ederken oğlumuza dair ne varsa o kısacık ziyaretlerimizde anlatmaya çalışıyordum. Oğlum ile baş başa kaldığımızda babasının fotoğraflarını gösteriyor, yüzünü iyice ezberlemesini istiyordum. Oysa o zamanlar çok küçüktü, baba diyemeyecek kadar küçük. Baba-oğul birbirlerine ne kadar yakın olabilirlerse, birbirlerini ne kadar iyi tanıyabilirlerse o kadar iyi olur diye düşünmüştüm. Meğer, ne kadar doğru düşünmüşüm. Oğlum yokluğumla babasına sarılarak baş etmeye çalışacakmış.
Hakkımda bir gözaltı kararı daha çıkmıştı. Bu defa Ankara’da gözaltına alınmıştım. Oğlumu günlerce göremedim. Ellerindeki tutanakları imzalamam için çok baskı yaptılar. Kendimi ve başkalarını suçlu gösterecek belgelerdi onlar. Aksi halde oradan çıkarmayacaklarını, tutuklanacağımı söylediler sık sık. Oğlumu çok özlemiştim. Ne halde olduğunu bilmiyordum. Babası da tutukluydu. Belgeleri imzalamadım. Gözaltı süresini uzatmışlardı. Benim gibi başka hakim arkadaşlar da gözaltında idi. Bebekli olanlardan birinin üzüntüden sütü kesilmişti. Günler sonra serbest bıraktıklarında gücümün tükendiğini, adeta damarlarımdaki kanın çekildiğini hatırlıyorum.
Civcivime öyle bir özlemle sarıldım ki! Belki sizinkiler de öyledir ama benim civcivim bir başka kokar, cennetlere değişmem ben o kokuyu. Civcivim, sanki onu isteyerek bırakmışım gibi, bir süre bana küskün kaldı, ama sonra kalbimin içine girmek istercesine sarıldı. Yanımdan hiç ama hiç ayrılmıyordu. Tuvalete girdiğimde korku ile ağlamaya başlıyordu. Sevdiğini kaybetme korkusu ne kötü bir şey…
Başka bir şehirden eşimi görmeye gidiyordum. Bizim birbirimizi görmeye çok ihtiyacımız vardı. Hakkımda açılan davanın duruşmasına katılmıştım. Ağır ceza mahkemesi heyeti bana 7 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Dosyamda suç oluşturan hiçbir eylem yoktu. Bu nasıl olabilirdi? Heyet için üzüldüğümü hatırlıyorum. Biraz garip değil mi? Siz olsanız zalim için mi mazlum için mi daha çok üzülürsünüz? Eşime de 9 yıl 2 ay hapis cezası verdiler. Yani kavuşmamız daha da gecikecekti ve ben de cezaevine girecektim.
Peki ama civcivime, Yusuf’uma ne olacaktı? Hem annesiz hem babasız kalacaktı. O günlerde kalbimin daha fazla ağrıdığını hatırlıyorum. Ben yalnız değildim. Çevremde benimle benzer durumda o kadar çok insan vardı ki! Bazen onları teselli ederken kendi derdimi unutuyordum. Hiçbirimiz bunları hak etmemiştik. Bu kabus son bulmalıydı ama daha da korkunç bir hale bürünüyordu, bitmiyordu.
Bu defa Tokat Başsavcılığı’nın hakkımda gözaltı kararı verdiğini öğrendim. Bir gözaltı daha olursa civcivimin bunu atlatamayacağından korktum ve saklanmaya karar verdim. Böyle alt alta yazıldığında macera dolu bir hikaye gibi geliyor olabilir size ama ben bunları yaşadım. Hakimdim, bir gecede aranan bir terörist (!) oldum. Kimin kalbi dayanır buna? 9-10 ay kadar bir süre dışarıya hiç çıkmadım. Bu nedenle eşimi ziyarete dahi gidemedim. Yapayalnız kalmıştı, biliyordum ama civcivimi de yapayalnız bırakamazdım ki.
Sıcak kahve kokusunda hayallere daldığım günler çok eskide kalmıştı ve ben adalet dağıtmak için çıktığım yolda, adaletsizlikten inim inim inliyor, geceleri uyuyamıyordum.
Ve kararımı verdim! Güzel vatanımı terk edecektim. Bu öyle zor bir karardı ki, kalp dayanmaz. Bir yandan sevdiklerinizden, vatandan ayrılma düşüncesi, diğer yandan çıkış yolunun zorluğu. Daha bir süre önce iki meslektaşım Ege’den Yunanistan’a geçmeye çalışırken, çocuklarını Ege Denizi’nin sularında kaybetmişti. Eşi cezaevinde olan, kendisi de her an cezaevine girmek üzere olan ben, Yusuf’umla böyle bir yolculuğu göze aldım. Oğlumu yalnız bırakmamak için çok sevdiğim vatanımdan, annemden, babamdan, eşimden ayrılmak zorunda kaldım.
Kalbi kırık çıktığım o tehlikeli yolculukta neler yaşadığımı Allah bilir, size anlatmayacağım. Ama sonunda güvenli bir limana ulaşmayı başardık. Artık Almanya’da bir kamptaydık. Kamp elbette konforlu bir yer değil. Ama yaşadıklarım beni o kadar yormuştu ki, nasıl olduğumu soran bir arkadaşıma, “Beş yıldır ilk defa mutlu oldum” demiştim.
Yusuf’um büyümüş beş yaşına gelmişti. Oyuncak arabaları çok seviyordu. O arabalarına babasını, dedelerini, hepimizi koyup dünyayı dolaştırıyordu. Uyurken bebekliğindeki gibi yüzümü okşuyor, saçlarıma tutunarak uyuyordu.
Ben ise, giderek gücümün tükendiğini hissediyordum. Kendimi o kadar yaşlı hissediyordum ki, kalbim ağrıyordu. Fiziksel bir hastalık mı, ruhsal bir rahatsızlık mı, bilmiyorum ama kalbim ağrıyordu. İyi değildim. Kamp görevlileri beni hastaneye götürürken, oğluma ne olacağını düşünüyor, yanından ayrılmak istemiyordum. Sevdiğini kaybetme korkusu ne kötü bir şeymiş! Şimdi Yusuf gibi ben de korkuyorum.
Beni yoğun bakıma kaldırdıklarında annem geldi. Ah benim güzel annem! Ne kadar da çok şey yarım kaldı! Sen yarım kaldın, ben yarım kaldım; babam, eşim, Yusuf’um, çok sevdiğim arkadaşlarım… Ne kadar da çok kimse yarım kaldı!
Hepiniz hoşçakalın! Hoşçakal Yusuf’um, canım eşim, hoşçakal annem, babam… Hoşçakalın can dostlarım, sıcak kahve kokusundaki hayallerim…
Annem başımda Kuran okurken bir ara uyuyakaldı. Rüyasında buluştuk. Kızını yeşillikler içinde gürül gürül suyu akan bir pınarın başında bembeyaz kıyafetler içinde gördü. Ona gülümsedim. “Anne benim,” dedim. Artık kalbimin ağrımadığını, kızının huzura kavuştuğunu biliyor o!
Siz de bilin ve hepiniz Allah’a emanet olun!
*Bu yazı, 1 Eylül 2021 tarihinde vefat eden Hakim Gülsüm Coşar’ın hayat hikayesinden esinlenilerek kaleme alınan ve benzer mağduriyetleri yaşamış, özellikle kadın hakimlerin hikayelerini yansıtan bir kurgudur.
YORUM | NEVİN ERDEM - TR724.com