Abdullah Aymaz | samanyoluhaber.com
Bir Yıkık Rüya ve Mamur Hulya
Çağlayan dergisinin 2020 şubat sayısının başyazısında M. Fethullah Gülen Hocaefendi hemen girişinde her zaman gamla çarpan sinesinin sürpriz beklentilerini, çeşitli çağrışımlarla hissettiği ürpertilerini ve sıla hasreti dolu gerginliklerini dile getiriyor.
Bütün bunlara rağmen gamsızlığı ve gamsızların durumunu da şöyle ele alıyor:
“Doğrusu, her gün ayrı bir zevk ve sefa şöleniyle mest ve mahmur yaşayanların –ona da yaşama denecekse- bunları duyması da mümkün değildi. Duyamazlardı da, zira o gün her yanda ÜRPERTEN BİR BOHEMLİK yaşanıyor; çoğu kimse heva ve hevesinin güdümünde bir oraya, bir buraya yalpa duruyor; sürekli ‘akıl akıl’ dendiği halde doğru dürüst onun kurallarına da hiç mi hiç riayet edilmiyor; böylece çözülmeleri çözülmeler takip ediyor ve toplumda mütemadi kırılmalar ve yıkılmalar yaşanıyordu. Buna karşılık ÇARE diye ortaya atılan düşünce ve mülahazalar ise, adeta bu süreci daha da hızlandırıyor ve çoklarının yeniden dirilme ümitlerini de alıp götürüyordu.
“Bir de bütün bu olanları bir cemad (cansız) hissizliğiyle seyreden şaşkın bir güruh vardı ki, bunların durumu tamamen yürekler acısıydı; neyin ne olduğunu bilemeyen bu insanlar olup bitenleri görüyor fakat bir türlü anlamıyor, bir yere sürüklendiğini hissediyor ama akıbetini kestiremiyor, yer yer bazı oyunlarda kullanılıyor ancak hiçbir şeyin niçin ve nedenine akıl erdiremiyordu… Kur’an’ın: ‘Kalbleri var ama onunla bir şey idrâk edemiyorlar, gözleri var fakat göremiyorlar, kulakları var ancak onunla işitilecek şeyleri işitemiyorlar.’ (A’raf Suresi, 7/179) dediği gibiydi bu güruhun hali, bunlar, her şey altüst olurken durduğu yerden alık alık bakıyor, sonra da kahreden bir tevekkülle –zannediyorum buna TEVÂKÜL (sahte tevekkül) demek daha uygun olacaktır - hissiz, hareketsiz, olduğu gibi kalakalıyorlardı. (…)
“Bu ürperten senaryoyu hazırlayanlar ve asırlardır birbirinden mel’un oyunları sergileyenler ne yeni yeni senaryolar hazırlamadan ne de o haince düşüncelerinden asla vazgeçmeyeceklerdir, şimdiye kadar vazgeçmedikleri gibi. Yıllar var biz hep çevremizde yükselen iniltilerle ürperdik. Söndürülen ışıklarımıza salon renklerimizin hasret ve hicranı ile oturup kalktık. Sağdan da soldan da esen rüzgarları hep bir gurûb hitabı gibi duyup dinledik. Kendimizi ve çevremizi her zaman yarı dumanlı, yarı karanlık, yarı kabuslu, yarı değişik facialarla kıvranırken gördük. Hiç mi hiç rahatla tanışmadık, huzur nedir bilemedik, imanın vaad ettikleriyle teselli olduk ve ‘yarınki nesillere bin ömür feda olsun’ diyerek Allah’ın bize lütfeylediği zaman, imkân ve fırsatların kesesini dahi çözmeden onlara armağan ettik. (…)
“Yıllar ve yıllar boyu içinde bulunduğumuz mağduriyet ve mazlumiyetler de bize yeniden kendimiz olarak dirilme, yitirdiğimiz millî ve dinî değerlerimizi ihyâ etme yolunu gösteriyordu. Evet, çektiğimiz sıkıntılar bizi kendimizce bir şey olmaya zorladığı aynı anda bugüne kadar şu tarafa – bu tarafa çekilerek istismar edildiğimizi şöyle böyle sezmemiz dahi, millî infiallerimizi tetikliyordu.
“Artık, asırlar ve asırlar boyu hep bize ait hayatın ganimetini dermiş her şeye açık ellerimizi ve altın çağlarımızın en nefis fotoğraflarından albümler hazırlamış zihinlerimiz, hayallerimiz bizi daha yüksek mefkûrelere çağırıyordu. Bu çağrıya vaktinde ve usulüne göre icabet edildiği takdirde, geçmişin onca mahrumiyet ve mağduriyetlerine rağmen kazançlı sayılabilirdik… o zaman kararan ümitlerimizin, aşklarımızın, ideallerimizin bir gün dönümüyle yeniden aydınlanacağına ve bizden koparılıp atılan değerlerimizin dönüp geriye geleceğine de inanabilirdik.
“Gerçi böyle ciddi bir dönüşün emarelerinden söz etmek henüz mümkün değildi ama, tarihî tekerrürler devr-i daimi açısından bakabilenler için emâreler ötesi emârelerin varlığı da bir gerçekti. Her şeyden evvel bütün değişenlere ve dönüşenlere rağmen değişmeyen bir kanun-u İlâhi vardı. Canlılardaki REJENERASYON türünden, toplumlarda da ne olursa olsun kendi değerleriyle var olma temâyülü diyeceğimiz bu kanun kendini hissettirmeye başlamıştı bile… Ayrıca, eskime hususiyeti olan şeylerin eskimesi, belli yorum ve belli gerekçelerle öne çıkan ve rüchaniyet (üstünlük) kazanan mevsimlik değerlerin onların kabulüne vesile teşkil eden şartların, konjonktürün değişmesiyle değersizleşmesi gibi bir durum da söz konusuydu. Şimdi eğer ümit ve emellerimize bu zaviyeden bakacak olursak, bize imkânsız gibi görünse de, hesaplarımıza sığmayan Kudreti Sonsuz’un o her zamanki, mütemâdî takdir ve tasarruflarıyla beklenmedik şeyler olabilir ve olacakları da kimse önleyemez. Elverir ki birkaç asırdan beri tamamen durgunlaşmış ve enerjisini kullanamaz hale gelmiş yığınlar kendi potansiyel güçlerini harekete geçirerek Hakkın inayetine çağrıda bulunabilsinler. Zannediyorum işte o zaman dünyanın rengi birdenbire değişecek, ağlayanların ağlamaları dinecek ve yeryüzü son bir kez daha umumî matem hane olmadan kurtulacak; dün yokluğa ve hiçe yürüdüğümüz yollar bir şehraha (ana caddeye) dönüşerek bizi Ebedî VAROLUŞA götürecektir.” (Çağlayan Dergisi)