Yunanistan'ın başşehri Atina’nın metro ile ulaşılabilen kenar mahallelerinden birinde bir apartman dairesinin kapısı çaldığında Deniz ailesi gözlerine inanamadı.
Henüz birkaç gün önce tanıştıkları iki arkadaşı çocuklarını yanlarına alarak sürpriz bir ziyarette bulunmuşlardı.
FACİADAN SAĞ KURTULAN MİNİK BÜŞRA'NIN DOĞUM GÜNÜ
Nasıl olduysa küçük kızları Büşra’nın üçüncü yaş günü olduğunu duymuşlar, pasta, içecekler, süsler ve oyuncaklarla kapıda belirivermişlerdi.
26 Eylül’de Ege Denizi'nde tekne faciasından sağ kurtulan Deniz ailesi ne yapacağını şaşırmıştı.
Yusuf ve Arife Deniz ile konukları çocukların gönlünü yapmaya çalışırken Birleşmiş Milletler'in (BM) tahsis ettiği mülteci evinde buruk bir sevinç vardı.
O akşam orada olmasalar da hem büyükler hem de çocuklar denizin kendilerinden kopardığı arkadaşlarını andı.
15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden hemen sonra hakkında gözaltı kararı olduğunu öğrendiğinde Kocaeli'nin Gölcük ilçesinde aile ziyaretindeydi Yrd. Doç. Dr. Yusuf Deniz.
GİTTİ, TESLİM OLDU, "KAÇMA ŞÜPHESİ VAR" DENİLEREK TUTUKLANDI
Cep telefonu ile Konya Emniyet Müdürlüğü'nü ve savcılığa arayarak, “Şehir dışındayım, en kısa sürede gelip teslim olacağım.” dedi.
Ege Denizi'nde gece yarısında botları alabora olan Yusuf-Arife Deniz çifti iki çocuğu ile birlikte faciadan sağ kurtuldu.
2016 yılının ağustos ayında gitti ve teslim oldu. Fakat "kaçma şüphesi var" denilerek hakkında tutuklama kararı verildi.
Olağanüstü Hâl (OHAL) döneminde çıkarılan 672 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname (KHK) ile görevinden ihraç edilmeden önce Selçuk Üniversitesi’nde İdare Hukuku anabilim dalında yardımcı doçent olarak çalışan Yusuf Deniz, “Bir gecede terörist ilan edildim.” dedi.
1984 yılında Sivas’ta doğan Yusuf Deniz ilk, orta ve lise öğrenimini aynı şehirde tamamladı.
KENDİSİ TUTUKLANDI, EŞİNİN ÜNİVERSİTESİNE EL KONULDU
Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni başarıyla tamamladıktan sonra daha öğrenciyken akademisyenliğe adım attı. Doktorasını verdikten sonra öğretim üyesi olarak mesleğine devam etti.
Tutuklandıktan sonra 2018 yılının şubat ayına kadar çok kötü şartlar altında cezaevinde tutulan Deniz bu sırada çıkarılan 672 sayılı KHK ile ihraç edildi.
Eşi Arife Deniz’in de çalıştığı Konya Mevlana Üniversitesi’ne el konulmasıyla karı-koca işsiz kalınca Türkiye’den ayrılmaktan başka çareleri kalmamıştı.
Onlar da en tehlikeli olan yollardan birini, Ege Denizi’nden Yunanistan’a geçmeyi denedi. Gece yarısında tekneleri alabora oldu, faciada yol arkadaşlarını kaybetti.
"ALLAH, EŞİMİ VE ÇOCUKLARIMI BANA YENİDEN BAĞIŞLADI"
Evlilik yıl dönümlerinde Ege'de ölümün kıyısından dönen Yusuf Deniz, eşini ve çocuklarını kendisine Allah'ın yeniden bağışladığını söyledi.
Yusuf-Arife Deniz çifti son üç yılda maruz kaldıkları hukuksuzlukları, Ege'den geçmeye karar vermelerini ve tekne faciasını Kronos'tan Selahattin Sevi'ye anlattı.
Sizi kendi canınız dahil eşinizin ve çocuklarınızın hayatı pahasına Türkiye’yi terk etmeye zorlayan sebepler nelerdi? 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden sonra bir KHK mağduru olarak ne gibi zorluklar yaşadınız?
2018 yılı şubat ayına kadar çok kötü şartlar altında cezaevinde kaldım.
Cezaevindeyken 672 sayılı KHK ile görevimden ihraç edildim. O zor günlerde aklımda olan tek şey; akademisyen olduğum dönemde rahatça yurt dışına gidip geliyorken yurt dışında yaşamayı niçin tercih etmediğimdi.
"VAKTİNDE NİYE YURT DIŞINA ÇIKMADIĞIMA DAİR PİŞMANLIĞIM VARDI"
Bir pişmanlığım vardı açıkçası. Uzun tutukluluktan dolayı cezaevinden tahliye olunca eşimle paylaştığım şey şu oldu: Ben gitmek istiyorum, çünkü yargılama neticesinde çok daha ağır sonuçlar çıkacak. Ayrıca bir daha ailemden ayrılmak istemiyorum.
Deniz ailesi Yunanistan'ın başşehri Atina'da Birleşmiş Milletler tarafından koruma altına alındı.
Eşim çok sıkıntılar çekti ben yokken, kendisi de ifade edecektir. Onun da üniversitesi kapatıldı, yalnız kaldı. Cezaevindeyken bir kızımız oldu, Büşra dünyaya geldi. Onun bakımı, küçük oğlumuzun sıkıntıları, kendisinin doktora çalışmaları derken çok ağır zorluklar yaşadı.
O da bana hak verdi. Başta çok gitme taraftarı değildi, fakat bir daha ayrılık yaşamamak adına böyle bir yola tevessül ettik.
Sizi tanıyabilir miyiz Arife Hanım?
Arife Deniz: 1986 Konya doğumluyum. İlkokul, lise ve üniversiteyi Konya’da tamamladım. Master eğitimlerimden birini eğitim bilimleri, diğerini ise fen bilimleri üzerine yaptım.
Sağlık bilimleri fakültesinde fizyoloji alanında doktora yaptım. 2009 yılında eşimle tanışıp evlendik ve iki çocuk sahibiyiz. Konya Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak işe başlamıştım.
Fakat uzun sürmedi, okulunuz KHK ile kapatıldı ve devlet el koydu…
Evet, darbe teşebbüsü sonrasında okulumuz kapandı ve işsiz kaldım. Darbe sonrası benim de hayatım değişti. İlk önce eşimin işsiz kaldığını öğrendik ve hemen sonrasında gözaltı ve tutuklama süreci ile baş başa kaldık.
"20 AY TEK BAŞIMA YAŞADIM VE SIKINTILARLA MÜCADELE ETTİM"
O sırada 7 aylık hamileydim. Benim için çok zor zamanlardı hem maddi hem de manevi olarak çok zor zamanlar geçirdim. Eşimin yokluğunda yaklaşık 20 ay tek başıma yaşadım ve bir sürü sıkıntılarla baş etmek zorunda kaldım.
Kendi açımdan değil, fakat oğlumuz Erenalp (7) için sıkıntılı günler geçirdik. Psikolojik olarak bazı sıkıntılar yaşadı. Bir seferinde kızım 1 aylıkken sağlık ocağına doktora ikisini birden götürmüştüm. Doktorla konuşurken baktım Erenalp ortalıkta yok.
Bir müddet aradıktan sonra buldum. Komşum gelip, “Oğluna sahip çık, balkon demirlerinden aşağıya sarkıp kendimi atacağım deyip duruyor.” diyerek beni uyardı. Bu gibi sıkıntılarla uğraştık. Sonrasında eşim tahliye oldu.
Eşiniz tutuksuz yargılanırken biraz olsun rahat edebildiniz mi?
Arife Deniz: Eşim tahliye olduktan sonra onunla beraber yurt dışına gitmekten başka bir çarem yoktu. Benim hakkımda açılmış herhangi bir soruşturma yoktu, fakat bu olmayacağı anlamına gelmez.
"HİÇ KİMSE VATANINI, AİLESİNİ BIRAKIP BİLİNMEZLİĞE DOĞRU YOLA ÇIKMAK İSTEMEZ"
Türkiye’de bir gün kalkıp terörist ilan edilebiliyorsunuz. Hiç kimse vatanını, ailesini bırakıp, bilinmezliğe doğru yola çıkmak istemez, fakat biz o kararı almak zorunda kaldık.
Tekrar size döneyim Yusuf Bey, bir KHK’lı olmak Türkiye’de ne anlama geliyordu, sizin hayatınızı nasıl etkiliyordu?
Öncelikle kendi eğitimimiz kamu hukuku olunca, KHK’lar özel olarak gündemimizde oluyor. KHK ne anlama gelir, içeriği nedir sorularının eğitimini önceden biz öğrencilerimize verirdik.
Önümüzde öyle bir KHK formatı vardı ki ilk muhatap olduğumda bir hukukçu olarak tarif etmekte çok zorlandım. O dönem cezaevindeydim ve KHK ile ihraç edilmiştim.
7 yaşındaki Erenalp, küçük kardeşi Büşra ile özgürlük yolunda ölümün kıyısından döndü.
Normalde hukukta bir söz vardır, eğer bir mevzuat, bir prensip, bir ilke, bir kanun işlemi yapılacaksa bu genel, soyut, sürekli ve kişilik dışı olur. Fakat ortada öyle bir garabet var ki isim isim, kurum kurum, genel, özel birçok şeyi kapsıyordu.
Araba camından, kurum kurulmasından, en özele ve en spesifik duruma varıncaya kadar işlem tesis ediyordu. İlk muhatap oluşumuzda, tarif etmekte ve anlamakta zorlandık. Bu zulmün muhatabı olmaktan çok biraz daha tahkik etmekle uğraştık.
Daha sonra bu garabet bize vurdu. Cezaevindeyiz, KHK ile atılan kişiler bize soruyor, “Ne yapmalıyız?” diye. O dönem daha komisyon da kurulmamıştı.
"OHAL KOMİSYONU'NA MÜRACAAT DA BİR ŞEYİ DEĞİŞTİRMEDİ"
Onlara, “Siz idari yargıya dava açarsanız bu idari yargı konusuna girmez, çünkü bu bir kanun. Ama açılabilir. Siz Anayasa Mahkemesi'ne gidebilirsiniz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) gidin.” dedim.
Herkese farklı bir yere gitmesini tavsiye etmiştim. Çünkü ortada öyle bir garabet ve problem var ki daha tanımlanmamış, ismi konmamış bir şey var ve insanlar işinden, ekmeklerinden oluyorlardı. O dönem tavsiye ettiğimiz arkadaşların açmış olduğu davalar oldu ve OHAL Komisyonu'na gitti, fakat sonuç değişmedi.
Öyle bir hukuk cinayeti var ki, bunu tarif etmek ve tanımlamak daha bu sürecin başında bile mümkün değildi.
Bir bilim insanı olarak yaşadığınız şeyi tarif edemiyor, tanımlayamıyorsunuz yani…
KHK ile işsiz kaldım, eşimin çalıştığı üniversite kapatıldı, o da işsiz kaldı. Bu yaşanmadan önce toplum içerisinde saygın meslekler icra ediyorduk ve iyi bir kazancımız vardı. Fakat öyle bir zaman geldi ki her şeyimizi kaybettik.
TÜRKİYE'DE KHK ZULMÜ HALEN DEVAM EDİYOR
İnsan böyle bir tasarrufla ve böyle bir garabet ile muhatap oluyor. Şu an KHK zulmü Türkiye’de halen devam ediyor. İnsanlar bir araya gelip dertlerini paylaşamıyorlar, birlikte vakit geçirmek istiyorlar, fakat bunu bile yaptırtmıyorlar.
İsmi zikredildiğinde bile insanlar korkar hale geldiler. KHK’nın öyle bir çağrışımı var ki kimilerinde, “Aman KHK deme sus”, kimileri için ise KHK cinayet demek. Herkes için ortak tek bir düşünce var o da KHK tam bir cinayet.
Bu cinayetin de bizatihi muhatabı ne yazık ki ben ve ailem oldu. Umuyoruz bu zulmün, bu hukuk cinayetinin bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. KHK zulmü kesinlikle ve kesinlikle devam ettirilebilir bir zulüm değildir.
Ne kadar gerçekçi tartışılır, fakat çözüme yönelik çalışmalar olduğu söyleniyor. Sizce devlet bu durumu nasıl çözebilir, nasıl bu işin içinden çıkabilir?
Telafisi imkânsız zararlar ortaya çıktı. Kimileri intihar etti, kimileri çok kötü durumlara düştü. Konya’da bizimde tanıdığımız Fatma Görmez örneği var.
KHK zulmünün muhatabı olarak simgeleşmiş bir isimdir kendisi. Bunların zararları tekrar geri düzeltilemez, fakat hukuki anlamda meseleler ele alınacak olursa bu mesele bir günde çözülebilecek bir meseledir.
"MAĞDURİYETİN BİR NEBZE GİDERİLMESİ İÇİN DEVLET TAZMİNAT SORUMLULUĞUNU ALMALI"
Devletin şu hukuk yolunu açması lazım, yani tazminat sorumluluğunu alması lazım. Şu an öyle bir hukuk düzeni var ki devlet mevzuat kuruyor bir şeyleri düzeltmeye çalışıyor fakat kendisini geriye atıyor, "tazminat sorumluluğu yoktur veya dava açılamaz" diyor.
Diyor ki geçmiş maaşlarını öderiz, fakat bu benim manevi zararımı çözmez ki. Ben öyle bir noktaya geldim ki, bazı akrabalarımız, bazı komşularımız, bazı dostlarımız kapımızı bir günde taşladı.
Selam verdiğimiz insanlar ya korkudan ya da kendilerine göre haklı sebepleri vardır, fakat bize selam vermekten çekindiler, bizimle muhatap olmaktan korktular. Bu durum ben de inanılmaz bir etki bıraktı.
Toplumda saygın bir yerimiz vardı dediniz, çevrenizde ve üniversitedeki konumunuz neydi?
Ben genel olarak hayati sosyal olarak yaşayan biriyim. Beni tanıyan ve benimle mesaisi olan herkes hayatı bu şekilde yaşadığımı bilir. Çocukluğumdan beri bu şekilde yaşamaya çalışırım.
İlkokul, ortaokul, lise bu zamana kadar ne kadar arkadaşım varsa iletişimdeydim. KHK zulmünden sonra birçok insanla ben görüşmek istemedim.
"EMEĞİMİZİN KARŞILIĞI BU OLMAMALIYDI"
Haliyle hayatımızı çok büyük bir süzgeçten geçirmek zorunda kaldık ve devam edeceğiz de. Ben üniversite hayatımda da akademisyenlik hayatımda da kimseye bilerek kötülük yaptığımı düşünmüyorum.
Fakültede temizlikçi arkadaşlardan, güvenlikte bekleyen bekçi ağabeyimize kadar samimiyetimiz vardı. Beraber sahur yapar, oruç tutar ve iftar ederdik. Herhangi bir disiplin soruşturması geçirmedim. Benim ailem kapı kulu olarak devlete hizmet etmiş bir aile, fakat bir tanesinin bile herhangi bir soruşturması yoktur.
Benim ismimi aldığım dedem İstiklal Gazisi Yusuf Deniz. Halen bizim evimizin baş köşesinde durur resmi. Biz onun yolundan gidip bu ülkeye, bu millete hizmet ettik, fakat bir gün sabah kalktığımızda “terörist” olarak kalktık.
Büşra'nın Türkiye'de çektirdiği son fotoğraf karelerinden biri.
Ben mesleğimi en iyi şekilde icra etmeye çalışıyordum, bunun için uğraşıyordum. Kendi ailemi ihmal etme seviyesinde kendimi işime adamıştım. Sabahlara kadar çalıştığımı ve gece geç saatlerde evime girdiğimi bilirim.
Özetle, emeklerimizin karşılığı bu olmamalıydı.
Cezaevinden çıktıktan sonra bir KHK mağduru olarak yaşadıklarınız da Türkiye’yi terk etme kararınızda etkili oldu mu?
Elbette. Biz bekledik bir müddet, neler yapabiliriz diye. Kendi başıma bir şeyler yapmaya çalıştım, fakat iaşemi kazanmak noktasında sıkıntı çektim. Ailemizin desteğiyle bir şekilde hayatımızı idame ettirmeye çalıştık.
"ARTIK BİZİM İÇİN TEK YOL KALMIŞTI, O DA YURT DIŞINI ÇIKMAKTI"
Sonra dedik ki "bize artık bir yol yok." Türkiye’de olan herkesin bir beklentisi var, belki infaz düzelmesi belki af diyorduk. Çünkü suçsuzuz.
Dolayısıyla beklentimiz karşılanmayınca süreç içerisinde artık bizim için tek yol kalmıştı; o da yurt dışına çıkmaktı.
Yargılamanız devam ediyordu değil mi?
Yargılamam devam ediyordu, neticelenmek üzereydi. En son buraya gelmeden önce savcı mütalaasını vermişti. Artık son dönemdeydi yargılama.
Arife Deniz, oğlu Erenalp'in tedavisi ile uğraşırken eşi tutukluydu.
Karar vermek zorundaydık. Ya ailemizden ayrı kalmak, o sıkıntıları tekrar yaşamak ya da gitmek ve özgür olmak gerekiyordu.
Yani böyle bir yola mecbur kaldık. Tekrar vurguluyorum, biz böyle bir yola mecbur kaldık. Çünkü kimse ailesinden, ülkesinden, vatanından ayrılmak istemez. Fakat bir gün kalktık, sadece bir günde bize teröristsiniz diyorlar.
Normalde hukukun genel kaidesi vardır: Müddei iddiasını ispatla mükelleftir. Fakat burada öyle bir durum var ki, sizi yok olanı ispat etmek durumunda bırakıyorlar. Ben terörist olmadığımı ispatlamak zorundayım.
Nasıl ispatlamak zorundayım? Onu da bilmiyorum. Çünkü yargılamada şöyle bir şeyle muhatap oluyorsunuz: Size diyorlar ki hukuki savunma yapmayın. Siz öyle bir savunma yapacaksınız ki olaylardan bahsedeceksiniz. Fakat o olaylar kesinlikle terörize edilmiş eylemler, terör faaliyetleri değil ki.
Ben ne konuşabilir ne anlatabilirim? Ki zaten mahkemede savunmamı çok kısa tutmuştum, çünkü savunulacak bir şey yoktu. Savunma hukuki olmasın denilince biz de ona uygun özet bir savunma vermiştik.
10'UNCU EVLİLİK YIL DÖNÜMÜMÜZDE YUNANİSTAN'A DOĞRU YOLA ÇIKTIK
Hazırlıklarınızı yaptınız ve kendinizi İzmir yakınlarında, Sakız Adası'nı gören bir koyda buldunuz?
Evet, 25 Eylül’de bir akşam kendimizi tanımadığımız 3 ailenin yanında bulduk. O akşam yola çıkamadık, yüzümüze güçlü ışık tutan tekneyi polis veya sahil güvenlik zannetmiştik.
Ertesi gün, 26 Eylül’de tekrar yola çıktık. Bugünün bizim için özel bir anlamı vardı, 10'uncu evlilik yıl dönümümüzdü. Kader…
O geceyi anlatır mısınız?
Bir gün sonra bizim için tekrar yolculuk başladı. Ben biraz spora yatkınlığımdan ve sağlıklı olmamdan, girişken olmamdan dolayı insanlara daha tekneye binerken yardımcı olmaya çalışıyordum başta rahmetli Kevser teyzeme ve diğer çocuklara…
Ki zaten kaptan da tanışınca yardımcı olmamı söylemişti. Biz bindik… Can yelekleri eksikti. Benim çocuklarımda can yeleği yoktu. Tekne hafiften su almaya başladı. Biner binmez bu vakalar yaşandı.
Kaptan tecrübesizdi, aşikârdı bu. İlk defa o tekneye biniyor, ilk defa o tekneyle yolculuğa çıkıyormuş. Biz bunu duyunca şaşırdık tabii. Her neyse yolculuk başladı ama bir hayli karanlık.
"BİR DAHA DENEDİ AYNISI OLDU, MOTOR TEKLEYİP DURDU"
Biz Yunan sularına geçmek için bekliyoruz. Tekneyi hızlandırmaya çalıştı, fakat tekne hızlanmadı. Daha doğrusu hızlandı, fakat tekleyip durdu. Bir daha denedi, bir daha denedi aynısı oldu. Birini aradı, o kişi “Kalabalıksınız.” dedi. "Kalabalıksak birkaç kişiyi limanda bırakabiliriz." dedim ben.
Fakat "Devam edelim." dediler. Yine tabii orada buna mecbursunuz bir şekilde.
Tehlikenin ne zaman farkına vardınız?
Yavaş ilerlesek de Yunan kara sularına girdik. Ben kaptanın yanında oturuyordum. O da "Yunan kara sularına girdik, artık problem kalmadı." dedi. Öyle deyince çok mutlu olduk.
Sevincimizi diğerleriyle paylaştık. Ben diğerlerine, “Artık özgürüz, kurtulduk. Bu saatten sonra inşaallah bir sıkıntımız olmaz, dua edelim hayırlı bir şekilde varalım.” dedim.
Yolculuk devam ederken biz bundan sonra nasıl olacak, ne yapacağız? bunları düşünüyoruz. Kaptanda bir endişe hali vardı. Şöyle ki kaptan bir sefer iltica edip Yunanistan’a sığınmış, daha sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş şimdi bir daha yolculuk yapıyor.
"DALGALAR ÇOK ARTTI, RÜZGÂR ÇOK FAZLAYDI"
Eğer Yunanistan’da yakalanırsa sıkıntı olacağını söyledi bize. "Ben sizi Oinousses Adası'nda yerleşimin olduğu, ışıkların olduğu bir yere bırakacağım." dedi. Oraya doğru devam ediyoruz. "Artık 10-15 dakika sonra oradayız." dedi.
Fakat bu sırada şöyle bir durum oldu; dalgalar çok arttı. Rüzgâr çok fazlaydı. Hepimiz ıslandık, sırılsıklam olduk. Tekneye sular, dalgalar geliyor vs. fakat bu bizim için problem değildi.
Tek istediğimiz oraya varmak ve özgür olmaktı. Sonra kaptanın bu endişeli hali devam ederken bir anda kaptan yerleşimin olmadığı kısma doğru tekneyi sert bir manevrayla çevirdi.
Hatta kazada teknede bulunan arkadaşlardan birinin yakını -ihtisas uzmanlığı gemi üzerineymiş- o şunu söylemiş: “Sizin bulunduğunuz tekne kesinlikle batacak bir tekne değil. Onu batıracak tek şey yanlış ve sert bir manevra.” Bu ifadeyi kullanmış.
Kaptan bunu çok fahiş bir şekilde icra etti. Onu yapar yapmaz teknemiz sola doğru meyletti. Zaten dalgalar büyüktü, tekne suyu olduğu gibi içeri aldı. Ardından alabora oldu. Tekne alabora olunca çok büyük bir telaş başladı.
"EŞİM YÜZME BİLMİYOR, ONU TERS DÖNMÜŞ TEKNEYE DOĞRU İTTİM"
Ben sudan çıkar çıkmaz etrafıma baktım. Eşimi gördüm. Eşim yüzme bilmiyor. Ben iyi seviyede yüzme biliyorum onun çok büyük faydası oldu çok şükür. Hemen eşime sakin olmasını, can yeleğinin onu tutacağını söyledim. Daha sonra ters dönmüş tekneye doğru onu ittim.
Onun ters dönmüş tekneye oturmasını sağladım.
Teknedeki çoğu kişi yüzme bilmiyormuş. Sanıyorum iş daha çok size düştü?
Sırasını bilmiyorum, fakat oğlum Erenalp’i gördüğümü hatırlıyorum. O iyi yüzme bilir. Suyun üzerindeydi, tabii çok telaşlı bir hali ardı. Onu da sırtından itekleyerek tekneye doğru götürdüm.
Daha sonra küçük Ali İhsan’ı gördüm. Ebubekir ve Gonca Hanım’ın çocuklarını, dedim ya sırası farklı olabilir, o telaş haliyle hatırlamıyorum.
Ebubekir abiler kendi çocuklarını önce aldığımı söylüyor. Onlar boğuluyorlardı, çocuk da boğuluyordu. Ben görünce Ali İhsan’ı bana verin dedim. Onlar uzaklaşmışlardı biraz. Ben Ali İhsan’ı alıp tekneye götürdüm.
Ege Denizi’ndeki faciadan sağ kurtulan Oğuz Zenbil, Bedirhan Zenbil, Yusuf Deniz, Arife Deniz, Alp Deniz, Büşra Deniz, Gonca Kara, Ebubekir Kara ve Ali İhsan Kara Atina’ya ulaştı.
"KIZIMI BİR ANDA ÖNÜMDE SIRT ÜSTÜ YATAR VAZİYETTE BULDUM"
Sizin çocuklar başta olmak üzere can yeleği olmayanlar da vardı…
Daha sonra kızımı gördüm, eşim, "Büşra nerede?" diye bağırıyord. O da Allah’ın lütfu ve inayeti, başka bir izahı yok. O zifiri karanlıkta, can yeleği olmayan çocuklardandı.
Bir anda kızımı sırtı yatar pozisyonda önümde gördüm. Sağıma soluma bakmadan, önüme geldi ve baygın vaziyetteydi. Onu da alıp tekneye bıraktım. Bu sırada tabii çok yorgun vaziyetteydim, ben tekneye döndüm, bu anlattıklarım yaklaşık yarım saat falan sürdü, tam bilmiyorum.
Tabii çocuklar titriyor, can yelekleri yok, eşim perişan vaziyette, teknenin altı kaygan ve oturmakta zorluk çekiyorsunuz… Yani çok kötü durumdayız, artık sesler bizden uzaklaştı. Orada benim yaşadığım en zor hadise teknenin üzerinde oldu.
"ALİ İHSAN KUCAĞIMDA, NEFES ALAMIYOR"
Ali İhsan kucağımdaydı, fakat nefes alamıyordu. Zaten doktorlar Sakız Adası'nda muayene ettiğinde "Bu çocuk çok fena su yutmuş." demişlerdi.
Kucağımda nefes almaya çalışıyordu, ben endişe ettim. Şükür. "Her halde Ali İhsan kucağımda can verecek." dedim. İşin açıkçası ilk yardım yapmayı bilmiyorum, ama kendimce ağzını açtım, nefes alabilsin diye.
Sırtına vurdum suyu çıkarması için, kusması için. Nefes alamıyordu. Dişleri kilitlenmiş vaziyette, ağzı açılmıyordu. Çok kötü durumdaydı.
Ben de inanılmaz bir etki bıraktı o. Fakat çok şükür, çocuk bir anda ağlamaya başladı ve ağlayınca da rahatladı. Sonra arkamı döndüm ve kaptana serzenişte bulundum. “Allah belanızı versin, hayatımız mahvettiniz.” dedim.
Oğlum benin önümde, önünde eşim ve kızım Büşra, Oğuz abi ve oğlu Bedirhan da en öndeler. Arkamızda da kaptan ve onların arkasında da Işık ailesi vardı. Artık beklemeye başladık. Ali İhsan benim kucağımdaydı, fakat artık tutamıyordum. Kaptana dedim ki "Onu kucakla ve muhafaza et."
Kaptanın bize en büyük faydası şu oldu, sabaha kadar çocuğu tuttu. Tabii o tutarken ben sürekli şunu diyorum: "Bir bak, burnuna parmağını yaklaştır, nefes alıyor mu, yaşıyor mu?"
Sürekli kurtulmayı bekledik.
"DENİZİN ORTASINDA DUAYA KOYULDUK, KİMİ ZAMAN AĞLADIK"
Sağ kalabilenlerle sabahın olmasını beklediniz…
Duayı koyulduk, kimi zaman ağladık… Çünkü diğerlerinin sesleri bize geliyordu ama durumlarını bilmiyorduk. Bir de bebekler vardı: İbrahim ve Mahir. Onların da ne halde olduklarını bilmiyorduk.
Ne yazık ki onlar gitmişlerdi. Anne-babaları da haliyle o acıyla ağlıyorlardı. Nasır Bey, suya atlamak istedi. Eşi bana söyledi. "Hocam ne olur bir şey söyleyin, suya atlayıp çocukları aramak istiyor, zifiri karanlık." Biz de uyarmaya çalıştık, yapma etme diye.
Ben sonra kaptana, "İnoses yakınsa ben yüzeyim." dedim. Fakat o, “Senin yüzmen sabahı bulur. Zaten sabaha doğru Sahil Güvenlik bizi bulur, gerek yok.” dedi.
"ANNE NİYE AĞLIYORSUN? BIRAK DA CESURCA ÖLELİM"
Biz mecbur beklemeye koyulduk. Önümde oğlum var, teskin ediyorum. "Baba bir çözüm bulunacak değil mi, Allah bizi kurtaracak değil mi, ben çok masumum, hiç günahım yok, Allah beni elbette görecektir." diyor.
Hatta orada annesine çok ilginç bir şey de söylüyor. Bizim aklımıza da kazındı, mühür gibi bir şey oldu: Annesi biraz ağlayınca oğlum, “Anne niye ağlıyorsun? Biz bu zamana kadar cesurca yaşadık, bırak da cesurca ölelim!” dedi.
Size sorayım Arife Hanım, evlilik yıl dönümünüzde ölüm-kalım savaşı veriyorsunuz dev dalgaların arasında. Neler söylemek istersiniz?
Arife Deniz: Tekneye binerken can yelekleri dağıttılar, fakat oğluma ve kızıma yelek kalmamıştı. Ben Büşra’yı yanıma alıp oturttum. Oğlum Erenalp yanıma gelip, “Anne benim yeleğimi neden giydirmedin?Bana bir şey olursa vicdanen rahat olacak mısın?” diye sordu.
"Ne olabilir ki oğlum!" demiştim. Gece yarısı saat 12 dolaylarında Yunanistan sularına geçmişiz. Eşim kaptanın yanında oturduğu için arkaya döndü, elimi tuttu ve “Arife’m kurtulduk, özgürüz artık, hiçbir sıkıntımız kalmadı.” dedi.
"BÜŞRA FALAN YOK, ÖLÜYORUM ZANNETTİM"
Büyük mü konuştuk, ne yaptık? bilmiyorum. Hepimiz sevindik. Tekne bir anda alabora oldu, ters döndü ve benim kucağımdaydı Büşra, uyur vaziyette kucağımdaydı. Yanımda 1-2 çanta var. Ben şoka girmişim.
Büşra falan yok, ölüyorum zannettim. Tekne üstüme geldi. Kurtulamadım. Çırpındım çırpındım. Bir tahtaya vuruyorum kafamı. Tabii o zaman daha mordu, çizikleri vardı, alnımı vurmuştum.
Gözümü açtım, bir şey vardı, bir ışık vardı denizin üst kısmında. Diyorum ki şokun etkisiyle herhalde güneş doğdu, güneş var. Orası gündüz, oraya yüzeyim. En azından kurtulursam oraya kurtulayım. Ondan sonra ben çıktım, bir baktım yine zifiri karanlık.
Ben kendimi kaybetmişim, eşim arkamdan beni itmiş ben onları hatırlayamıyorum. Sadece hatırladığım o pervane kısmına tutunup da “Çocuklarım nerede? Büşra’m, Erenalp’im nerede?” Çığlıklarım oldu.
Sadece onlara odaklıyım, hiçbir şeyi gözüm görmüyor. Elim ayağım titriyor. “Allah rızası için bulun onları. Ne olur bulun onları.” dediğimi hatırlıyorum. Biraz sonra eşim çocukları bulmuş “Arife ne olur sakin ol. Kendine gel.”
"NE ZAMANKİ ÇOCUKLARI KUCAĞIMA ALDIM O ZAMAN İDRAK EDEBİLDİM KAZAYI"
Bir kaza olduğunu ne zaman anlayabildiniz?
Ne zaman ki çocukları kucağıma aldım o zaman idrak edebildim. Burada şunu da söylemek istiyorum ben hayatım boyunca iki şeyden çok korkarım, korkardım. Onlar da başıma geldi: Birincisi hapishane. O zamanlar derdim ki, “Adam mı öldüreceğim, hırsızlık mı yapacağım? Neden ki yani, ben hapishaneyi nerden göreceğim.” Başımıza geldi.
İkincisi de suda boğulmak. Kendi kendime, “Ben Konya’da yaşıyorum. Konya’da deniz mi var ki neden bu korku bende?” derdim. Allah’ın izni ile kurtuldum ama onu da yaşadım. O suyu yutarken dedim ki içimden, “Demek ki buraya kadarmış. Şimdi ben ölüyor muyum?” psikolojik olarak gelgitler yaşadım.
Neyse, çocukları eşim bana verdi. Ondan sonra hatırlıyorum ben Ali İhsan diye bir bebeğimiz vardı. Arkadaşlarımızın çocuğu. Eşim, Allah razı olsun, onu aldı geldi. Ama o kadar kötüyüz ki ayaklarım titriyor. Büşra’ya sımsıkı sarıldım.
Büşra da baygın gibiydi kucağımda. Mıncıklıyorum, tutuyorum elini kolunu “Büşra ne olur konuş.” diye. O kadar kötü bir durum ki. Su mu yuttu? Boğuldu mu? Ne oluyor ne bitiyor hiç bilmiyorsunuz.
"TERS DÖNMÜŞ TEKNENİN ÜZERİNDESİNİZ"
Karanlık zaten, ses gelmiyor. Düzgün de oturamıyorsunuz çünkü ters dönmüş teknenin üzerindesiniz. Arkamda Erenalp, onun arkasında eşim vardı. Ali İhsan eşimin kucağındaydı bir müddet sonra kaptana verdi.
Ben şunu dönüp sormak istemiyorum “Ali İhsan iyi mi? Bir sıkıntısı var mı? Nefes alıyor mu?” Neden? Çünkü "Ali İhsan da öldü." cevabını duymak istemedim. "Allah’ım ne olur, ona bir şey olmasın."
Kendime mi üzüleyim ona mı üzüleyim. O esnada aklıma şey geldi yani annesi babası da yok Ali İhsan’ın. Ablası, abisi de yok. Kimsesi kalmadı. Dedim ki “Nasıl olur resmi anlamda bilmiyorum ama manevi anlamda ben Ali İhsan’ı sahipleneceğim. Allah’ın izni ile kurtulursam.”
Kendi kendime bunları düşündüm. Sabaha kadar halüsinasyonlar görmeye başladım. Duvarla oluyordu, ağaçlar büyüyordu. Sonra dualar okuyorum ki akıntı dalga gelmesin, tekrardan ters dönmeyelim.
Şimdi Yunanistan’dasınız ve yeni bir hayata adım attınız? Mesleğinizi bir daha yapabileceğinizi düşünüyor musunuz?
Rabbim orada bizim rızkımızı kapattı ama başka bir yerde inşallah açar.