Düşte miyim yoksa hülyalı bir düşüncede mi, ben de bilmiyorum.
Neden buradaydım, buraya nasıl geldim; bilmiyorum.
Mehtap, görünen her şeyi yumuşatıyor, hülyalaştırıyor, güzelleştiriyor.
Gözüme ilişen her bir eşya, her bir nesne bana derin bir hüzün veriyor.
Bu kutlu mekânın her köşesi Hocaefendi’yi hatırlatan hatıralarla parlıyor.
Hüznün merkezi hasır serili bir oda…
Hazan rüzgarları burada çığlık çığlığa…
Bir çalışma masası...
Masanın üzerinde açık duran Kur’an ve yanı başında bir gözlük...
Mini bir gardrobun içinde lacivert bir ceket, bir cübbe, bir iki gömlek…
Tek kişilik bir yer yatağı…
Kıbleyi gösteren kiremit rengi motiflerle bezeli bir seccade…
Bir çift içi tüylü oda ayakkabısı…
Hasır odanın sahibi bir yerlere gitmiş de hemen gelecek gibi bir hal var.
Yüreğim bir yanardağ gibi.
Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyorum.
Burası mekândan ziyade bir insan gibi...
Üzülen, sevinen, heyecanlanan, bağrında umut taşıyan, acı taşıyan, hayalleri, sevdaları, hasretleri olan bir insan…
Büyük salonun duvarlarında ışıklarla derinleştirilmiş dünya haritası, Istırap Şiiri, Medine’nin Gülü, Şemail-i Şerif tabloları...
Birden ışıklı tabloların birinden bir pencere açılıyor.
Hocaefendi’nin hayatı bir gül goncası gibi yaprak yaprak açılıyor.
Pırıl pırıl bir çocuk…
Erzurum yaylalarında koyunların, kuzuların peşinden koşuyor.
2. Cihan Harbi yılları...
Dünyada korkunç ölümler oluyor.
Koyunların peşinden koşan çocuk, “insanlar ölmemeli diye bağırıyor”
Edirne Üç Şerefeli Camii geliyor ekrana...
On sekizinde bir genç Edirne’nin dondurucu soğuklarında cami penceresinde mum ışığında kitap okuyor.
Sahne değişiyor...
Erzurum yaylalarından kopan nurlu bir nehir Ege ovasını suluyor.
Toprak suya kavuşuyor. Toprak yeşeriyor.
İzmir her geçen gün aydınlık bir deniz gibi kabarıyor.
Hocaefendi Ege camilerinin kürsülerinde konuşuyor.
Tahta Kulübe geliyor ekrana.
İlklerin hepsi orada…
Işık evleri kandil kandil İzmir’i kuşatıyor.
Asude dağ başlarında kurulan kır kapmaları geliyor ekrana.
Issız dağlar “ya Cemilü ya Allah” sesleri ile coşuyor.
Çadırların bulunmasından kurulmasına, tuvalet çukurlarının kazılmasına, su kuyusunun temizlenmesine kadar Hocafendi bizzat kendisi görev alıyor.
Terliyor, yoruluyor.
Bir iş adamı, ‘Bir avuç öğrenci için değer mi bu kadar yorulmaya, eziyete?’ diyor.
“Geleceğin dünyasını, bu bir avuç dediğiniz çocuklar kuracak.”
Sahne değişiyor…
Hocaefendi, Narlıdere Askeri Hapishanesi’nde “Gözyaşları” yazısını yazıyor.
Yüreğinin cızırtıları duyuluyor.
Gardiyan “Baban geldi.” diyor.
Tel örgünün bir tarafında baba, diğer tarafında oğul ağlıyor.
Bir babanın sesi yankılanıyor taş duvarlarda;
“Sizler bana Yakub’un oğulları gibi oldunuz.”
Ve kapılar özgürlüğe açılıyor.
Hocaefendi elinde tahta bavulu ile görünüyor.
Sağa bakıyor, sola bakıyor ne gelen var ne giden.
Perde değişiyor…
Hocaefendi küçük bir kasabadaki son konuşmasını yapıyor;
“Cemaat ben, size karşı görevimi hakkıyla yaptım mı?”
Düzgün giyimli, nur yüzlü biri ayağa kalkıyor.
“Cemaat ben Ağır Ceza Reisi Necmeddin Güvenli.” diyor.
“Hocaefendi’nin hakkıyla görevini yaptığına ben şahidim. Siz de şahit misiniz?”
Rüzgar yemiş ekin tarlası gibi dalgalanan cemaat koro halinde bağırıyor;
“Şahidiz!”
İzmir’de başlayan ses ve ışık şöleni kısa süre sonra Anadolu’ya sıçrıyor. Anadolu bir ses ve ışık şehrayinine dönüşüyor.
Anadolu’nun bütün şehirlerinde insanlar o sese kulak kabartıyor.
Evler, yurtlar yıldız yıldız yayılıyor.
12 Eylül İhtilali geliyor ekrana…
Duvarlarda, duraklarda Hocaefendi’nin boy boy resmi.
Sefiller’deki Jean Valjean gibi aranıyor.
Burdur’da yakalanıyor.
Pis kokulu, daracık hücrede, kırık bir sandalyede bir başına oturuyor.
Özgürlüğe kavuşur kavuşmaz Sevgilin Köyü’ne koşuyor.
“Ben geldim ya Rasulallah!” diyor.
Dönüşte ülkesine alınmıyor. Ölüm kokan dağlardan, dikenli tarlalardan sürüne sürüne geçiyor ülkesine.
1990’lı yıllar geliyor ekrana…
İstanbul’dan New York’a giden uçakla Yeni Dünya’nın keşfine gidiyor. Otuz beş günde 25 eyaleti dolaşıyor. Ahir zaman insanının problemlerini yerinde görüyor.
Tedavi için Amerika’da bulunan Özal’ı hastanede ziyaret ediyor.
Kanada’ya geçerek bir gün de orada kalıyor. Los Angeles’tan kalkan uçakla, Avustralya’ya geçiyor.
İkinci defa Avrupa’ya uğruyor.
Türkiye’ye döndüğünde sadık talebelerini Yamanlar Koleji’nin üzerinde topluyor.
“Ben sizin dünyaya dağılmanızı istiyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diyor.
Abdullah Aymaz, Bedir’deki Sa'd ibni Muaz gibi konuşuyor…
“Siz bizi on yıl önce Anadolu’ya gönderdiniz. Hizmet, Anadolu’ya yayıldı. Bizi dünyaya dağıtırsanız Hizmet dünyaya yayılır.”
Hocaefendi, bu yiğitçe cevaptan çok memnun oluyor, ciğerparelerini dünyaya dağıtıyor.
Önden Giden Atlılar, Çağrı filmindeki süvariler gibi mazlum milletlerin ufkuna fecir parıltısı gibi doğuyor.
Perde değişiyor…
Hizmet Hareketi “Kozadan kelebeğe” yürüyor.
Hocaefendi Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılışında konuşuyor.
“Demokrasiden geriye dönüş yok.”
Kasım Gülek, Cem Karaca, Devlet Bakanı Işılay Saygın, Nazlı Ilıcak gibi çok farklı simalar da orada.
Sabah ve Hürriyet gazeteleri Hocaefendi’nin röportajlarını yayınlıyor.
Ve Çırağan Sarayı’ndaki muhteşem Hoşgörü Gecesi...
Barış Manço, Taha Akyol, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Fatih Terim, Cengiz Çandar, Perihan Savaş, Müjdat Gezen ödüllerini alıyor.
Hocaefendi ile Prof. Dr. Toktamış Ateş'in birbirine kenetlenen elleri, gecenin en anlamlı fotoğraflarından biri oluyor.
Hocaefendi’nin fikir ve düşünce hamleleri arka arkaya geliyor.
Tansu Çiller, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin gibi dönemin başbakanları, meclis başkanları ile görüşüyor.
Ortodoks Patriği ile buluşuyor.
Polat Rönesans Otel’de her kesimin temsilcileri durumundaki binlerce insana iftar veriyor.
Mehmet Altan, “İşte, özlediğim Türkiye fotoğrafı.” diyor.
Galaksilerin, sistemleriyle kocaman varlık âleminin küçücük atomlarından meydana gelmesi gibi; yıllar içinde evler, yurtlara, yurtlar okullara, okullar da üniversitelere dönüşüyor. Özdemir Asaf’ın dediği gibi: “Sanki ağaçlar, başka ağaçları doğuruyor. Büyümeyi bölüşüyorlardı gölgelerinde.”
Hocaefendi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le Fatih Üniversitesi’nin açılışını yapıyor.
Türkeş, Hocaefendi’yi görünce kollarını açarak bir kartal gibi koşuyor, sıkıca sarılarak;
“Orta Asya’daki okulları gördüm. Hayallerimi sen gerçekleştirdin.” diyor.
Cevap nazlı bir kelebek gibi zarif;
“Bütün bunları sizden öğrendik.”
Hocaefendi’nin çok aktif olması, dönemin kudretli paşalarını rahatsız ediyor.
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel ifadeye çağırıyor.
Tutanağa yazmak için adres soruyor.
Hocaefendi o an, bir adresinin olmadığını fark ediyor.
Şubat soğuklarının ülkeyi iyiden iyiye teslim aldığı günler geliyor ekrana…
Hocaefendi, İstanbul Hilton Oteli’nin dev salonunda Cumhurbaşkanı Demirel’le yan yana oturuyor.
Salon tıklım tıklım dolu.
Gecenin sonunda Cumhurbaşkanı Demirel ve Hocaefendi sahneye birlikte çıkıyor. Demirel ödülünü Hocaefendi’nin elinden alıyor.
Hocaefendi şaşırtan işler yapmaya devam ediyor.
Vatikan'da Papa II. John Paul ile görüşüyor. Hahambaşı Eliyahu Bakhsi Doron ile buluşuyor.
Cengiz Çandar, Taha Akyol’la birlikte sunduğu NTV’ deki programda “Bugün konuğumuz yüzlerce yıl öncesinden, ta Orta Asya’dan Hoca Ahmet Yesevi ile başlayıp Anadolu’da Yunus Emre’den, Mevlâna Celaleddin Rumî’den bugüne kadar uzanan yüce fikir çınarımızın günümüze uzanan belki de en önemli dalı.” diye başlıyor konuşmasına.
Altunizade’deki Beşinci Kat geliyor ekrana…
Hocaefendi minyatür tabiat parkı gibi olan kapalı terastaki koltuğunda oturuyor.
Yüzünden eksik olmayan o ışık etrafını aydınlatıyor.
Çok renkli misafirleri var: Bakanlar, milletvekilleri, iş adamları, sanatçılar...
Rum Patriği Bartholomeos, Ermeni Cemaati Lideri Patrik Mesrob Mutafyan, Süryani Katolik Cemaati Patrik Vekili Episkopos Yusuf Sağ, Süryani Kadim Metropoliti Yusuf Çetin, Musevi Cemaati Yöneticileri ve İstanbul Hahambaşısı İshak Haleva da oradalar.
Vatikan İstanbul temsilcisi George Marovitch konuşuyor:
"Nedir bizleri burada toplayan? Burada bir şahıs var ki bizi Mevlâna gibi sevgiye, hoşgörüye çağırıyor."
Beşinci Kat’a çıkan asansörün kapısı açılıyor.
Kemal Sunallar, Barış Mançolar, Metin Akpınarlar, Sakıp Sabancılar, İhsan Doğramacılar, Ferdi Tayfurlar, Mehmet Ali Birandlar içeri giriyor...
Düşte miyim yoksa hülyalı bir düşüncede mi, ben de bilmiyorum. Neden buradayım, niçin buradayım, buraya nasıl geldim, bilmiyorum.
Gözüme ilişen her bir eşya, her bir nesne bana derin bir hüzün veriyor.
Bu kutlu mekânın her köşesi Hocaefendi’yi hatırlatan hatıralarla parlıyor.
Hüznün merkezi hasır serili bir oda…
Sonbahar rüzgarları çığlık çığlığa…
Bir çalışma masası ve masanın üzerinde açık duran Kur’an’ın üzerinde bir gözlük. Mini bir gardrobun içinde lacivert bir ceket, bir cübbe, bir iki gömlek…
Tek kişilik bir yer yatağı…
Kıbleyi gösteren kiremit rengi motiflerle bezeli bir seccade…
Seccadenin yanı başında duran bir çift içi tüylü oda ayakkabısı…
Hasır odanın sahibi bir yerlere gitmiş de hemen gelecek gibi bir hal var.
Yüreğim bir yanardağ gibi.
Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyorum.
Birden üzerine gökten nurların döküldüğü bir mezar geliyor ekrana.
Üzeri kırmızı, beyaz, sarı güllerle gergef gergef örülü…
Gül harmanı mezarın başucundaki yazıya ilişiyor gözüm;
“Fethullah Gülen”
Bir zamanlar, ışıktan iklimiyle herkese bağrını açan, her dem ruhaniyet yağmurlarıyla yıkanan bu ulvi mekândaki ağaçlar, çiçekler, koltuklar, kanepeler, duvarlardaki ışıklı levhalar, her bir nesne, her bir eşya hep birlikte ayrılık senfonisini daha yüksek sesle söylemeye başlıyor.
Bütün dünya çocukları evlerinin önüne çıkarak; hapishanedeki Yusuflar pencerelerini açarak katılıyorlar koroya;
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin;
İnanamadık Gülpembe.
Bizim iller sessiz
Bizim iller sensiz
Olamadı Gülpembe.”