Mart ayının başında Türkiye’den gelen bir telefonla babamın kanser olduğunu öğrenmiştik. Gerekli tetkiklerin yapılması ve olayın ciddiyetinin netleşmesi ay sonunu bulmuştu. Babam akciğer kanseriydi, kanserli hücreler lenflere yayılmıştı ve sağ kolunu fazla hareket ettiremiyordu. Ameliyat mümkün olmadığı için de direkt kemoterapiye başlanacaktı. Kemoterapi denince anlaşılması gereken belliydi. Babamın ahireti adına Recep ayının birinden başlamak üzere her gün bin adet tevhid çekecek ve inşallah Ramazan ayında 70,000 adeti tamamlayacaktık. Kardeşlerim farklı şehirlerde olmalarına rağmen babamı ziyaret ediyor ve ihtiyaçlarını gideriyorlardı. En son ziyaretlerinde ise babama duş aldırarak gerekli temizliğini yapmışlar, annem de akşam bütün kıyafetlerini değiştirmiş ve babamı tertemiz yatırmışlardı. Herkes babamla konuşmuş, halini hatırını sormuş ve iyi olduğunu öğrenmişti.
Recep ayının 21. günü sabah 07:55 de uyandırmak için odaya giren annem, bir iki defa seslenmiş buna karşılık babam sadece başını yana çevirerek anneme bakmış ve konuşamamıştı. Herhalde bayıldı diye düşünen annem nefes alıp vermediğini kontrol edince vefat ettiğini anlamıştı. Akşam herkesle konuşarak iyi olduğunu söyleyen babamın vefatı, işte bu kadar kolay olmuştu. Aynı saatlerde babamı düşünüp 'La ilahe illallah' çekerken kardeşimden gelen telefon acı haberi vermişti. Ölümünü bekliyorduk ama bu kadar çabuk olacağını hiç hesap etmemiştik. Bana sadece bir hadis-i şerifte geçtiği şekilde “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Ya Rabbi, ben babamı kaybettim. Sen bana daha hayırlısını nasip et” demek kalmıştı.
Türkiye’ye gitmem mümkün olmadığı için kardeşlerim cenazeyi aynı gün defnetmeye karar vermişlerdi. Değişik sebeplerle işlemler bitirilememiş ve cenazenin morga kaldırılması gerekmişti. Küçük kardeşim şehrin en büyük camisinin morguna kaldıralım deyince ücretli olmasına rağmen cenaze oraya götürülmüştü. Ertesi gün öğle namazını müteakip cenaze namazı kılınacak ve mezarlığa götürülerek defnedilecekti. Akşam evde duramayıp sakinleşmek için dışarı çıktım. Neden Türkiye’ye gidip babama karşı son vazifemi yapamadığımı düşünüyordum. Bu durumda olmamın sebebi yıllardır uğruna baş koyduğumu düşündüğüm davaydı. Halbuki dış kapının dış mandalı bile değildim. Hiç bir fonksiyonum yoktu. Koca bir hiçten ibarettim. Saatler süren içimdeki bu fırtına neticesinde “Allah’ım ben senden razıyım, Ya Resulallah ben senden razıyım, Ey Üstadım ben senden razıyım ve Ey Hocam ben senden razıyım. Ya Rabbi! Bana; kendinin, Resulünün, Üstadımın ve Hocamın razı olacağı tavır ve davranış içinde bulunmayı nasip eyle” diyerek eve döndüm. Gece 2.5 sıralarında iyice hislenmiş ve duaya durmuştum. “Ya Resulallah, ben Türkiye’ye gidemiyorum. Babamın namazını kılamıyorum. Benim yerime sen gidip babama sahip çıkar mısın?” diyerek meseleyi sahibine havale ettim. Artık rahatlamıştım. Ertesi gün yani Recep ayının 22. günü (19 Nisan) saat 10:30 (Türkiye saatiyle 08:00) sıralarında bir telefon geldi. “Abi, bugün babamın cenaze namazının kılınacağı camide kutlu doğum haftası dolayısıyla program varmış” denince kendimi tutamadım. Kimsenin böyle bir programdan haberi yoktu. Bir gün önce yapılması gereken işlemler bitmeyince defin işlemleri ertesi güne kalmıştı. Bununla birlikte, 2007 yılından beri her yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlanan Kutlu doğum haftası referandum nedeniyle ertelenmişti. Kutlamanın ilk günü de defin işlemlerinin yapılacağı gündü. Aradan yarım saat geçmeden dışarı çıkan oğlum elinde dört tane mektupla geri geldi. Masanın üstüne koyduğu mektuplara baktım. Bir tanesi şirketle ilgili, diğer üçü ise Müslümanlar Komitesindendi. Herhalde yardım için para istiyorlar diye düşünerek açtığım zarfta Hac başvurumun kabul edildiği ve 21 Nisan tarihine kadar ön ödemeyi yapmam gerektiği ifade ediliyordu. Şaşırmıştım çünkü Hac başvurusunu 4 sene önce yapmıştım. Bir kaç ay önce son durumu öğrenmek için gittiğimde de “Saudi elçiliğinden yazı geldi. Bundan sonra herkes kendi ülkesinden hacca gidecek.” diyerek konuyu kapatmışlardı. Benim için Hac artık hayaldi. Biz dört kişi olduğumuz halde üç tane mektup gelmişti. Bir yandan “hemen gidip neden dördüncü kişi için mektup göndermediniz” diye sorayım derken diğer yandan da “Kusura bakmayın bu mektubu size yanlışlıkla göndermişiz derler mi?” diye içimde bir endişe vardı. Numaramızı girdiler. Başka bir isim çıktı. Orada meseleyi anlamıştım. Normalde gitmesi gereken şahıslar gitmeyince bize yer açılmış, gönderilen mektup da cenaze günü elimize geçmişti. Cenaze namazı öğle namazından sonra kılınacağı halde yıkama işlemi erken bitirilmiş, cenazeyi yıkayan gassallar “Bunca yıldır bu işi yapıyoruz hiç bu kadar temiz insan görmedik” demiş ve cenaze saat 11 gibi tabuta konarak caminin kapısına getirilmişti. Camiye her giren bir Fatiha okuyup içeri giriyordu. Bu arada iki kişi gelerek “Yavrum bunlar okunmuş gül” demiş ve tabutun üzerine gül koymuşlardı. Bir kişi de evinden zemzem getirerek dağıtmıştı. Öğle namazı kılınmış, cami cemaati babamın cenaze namazını kılmış, duasını etmiş ve kutlu doğum programı nedeniyle dağıtılan yemek sırasına girmişti. Kimse yer açıp yol vermeyince babamın cenazesi parmaklarla taşınarak cemaatin başları üzerinden dışarı çıkarılmış ve arabaya konmuştu. Kardeşlerim buna kızarken ben sevinmiştim çünkü sebep ne olursa olsun Allah babamı son yolculuğuna herkesin parmakları üzerinde taşıtarak uğurlatmıştı.
Aynı şehirde oturan lise arkadaşlarımdan birini aramış, beni temsilen evimize giderek kardeşlerime yardımcı olmasını rica etmiştim. Ailemi tanıdığı için annem ve kardeşlerim onu her gördüklerinde benim de orada olduğumu düşüneceklerdi. Nur yüzlü birisi, cami avlusunda bekleyen arkadaşımın dikkatini çekmişti. “Amca siz merhumun yakını mısınız?” diye sorunca aldığı cevap “Hayır evladım. Aslında dün gelecektim ama kısmet bugüneymiş” olmuştu. Tam da babamın değişik sebeplerle ertelenen cenaze törenine uyuyordu. Ailemden kimsenin görmediği ve fark etmediği bu şahıs, hiç bir akrabalık bağı olmamasına rağmen cenazeyi beklemiş, namazı kılmış, arabaya binerek şehir dışındaki kabre kadar cenazeye eşlik etmiş, duasını yapmış ve ayrılmıştı. Yol boyunca onunla konuşan lise arkadaşım beni arayarak “Kardeşim nasıl anlatacağım bilemiyorum, nasıl emin oluyorsun diye sorma bana ama o amca kesinlikle Hızır (AS)’dı. Bundan eminim” demişti. Bu kadar tevafuğun üst üste gelmesi nasıl tesadüf olabilirdi? Vefat anında binlerce kilometre ötede La ilahe illallah çekilmesi, ölmeden önce temizliğinin yapılıp bütün çamaşırlarının değiştirilmesi, defin işleminin bir gün gecikmesi, ücretli olmasına rağmen cenazenin en büyük caminin morguna konulması, kutlu doğum programının bir bahane ile ertelenmesi, gece yapılan bir dua ile her şeyin sahibine havale edilmesi, mevtanın erken yıkanarak tabutunun tam kapının önüne konması, camiye her girenin mecburen Fatiha okumak zorunda kalması, tabutun üstüne okunmuş güllerin konulması, birinin gelip zemzem dağıtması, hiç bir tanışıklığı olmayan kalabalık bir cemaatin hasbelkader cenaze namazını kılması, kim olduğunu bilmediğimiz nur yüzlü birinin taa mezarlığa kadar gelip dua ederek definden sonra ayrılması ve mümkün değil denilen hac başvurusunun kabulü perde arkasında işleyen eli gözüme sokuyordu. Bir kere daha anlamıştım ki ben ne kadar küçük olsam ve dış kapının dışındaki mandal bile olmasam dahi dava o kadar büyüktü ve davanın bir sahibi vardı.
Bunları düşünürken babamın vefat ettiğini öğrenen arkadaşlardan biri “Abi, biz 15 gün önce bir hatim tamamlamıştık. İki haftadır duasını yapacaktık ama her hafta bir bahane ile erteleniyordu. Bu üçüncü hafta. Demek amcanın kısmetiymiş” demiş ve böyle diyerek yukarıdaki ihtimallerin bir anda yan yana gelmesiyle oluşan hayretime bir hayret daha katmıştı.
Safvet Senih