KEMAL GÜLEN
Ellerinde üç beş valizle sınıra doğru yürürken güvenlik görevlisi elinin tersiyle “gelmeyin, gidin” işareti yapıyor, aynı zamanda hareketini destekleyen İngilizce bir şeyler söylüyordu. Gelenlerin İngilizcesi yok tabii ki.. Ali Açıl abi de ona Türkçe bağırıyor “yahu söylenme, gel şunlara bir yardım et, bir el at da taşıyalım.” Adam gidin diye bağırıyor, Ali Amca da “sen şu valizi taşı sonra konuşuruz” diye tatlı sert cevap veriyor. Bu karşılıklı atışmalarda ipi göğüsleyen Ali abi ve Eşi Elif abla oluyor. Polisler sınırı geçip Ali abinin elindeki bavulları alıyor, onlar da yorgun argın hicretlerinin son duraklarına vardıklarından emin bir şekilde ofiste sıcak çaylarını yudumluyorlar.
“Ali abi korkmadın mı, ya geri gönderirlerse?” sorusuna gerçekten inanmış bir mümin edasıyla cevap veriyor, “Allah’ın dediği olur, biz keyfimizden yola çıkmadık, cebri de olsa hicrete çıktık, Allah nereye murad ederse bizi oraya sevk eder, madem Allah’a dayandık neyden korkalım ki.”
Ali abinin ilk yolculuğu değildi bu, 90’lı yıllarda dostlarıyla beraber Asya steplerine açılan Ali abiyi daha sonra Çinli iş adamlarıyla sohbet ederken de gördük, Etiyopya’ya can suyu verirken de gördük. Tanzanya’daki eğitim neferlerinin sırtlarını sıvazlayan kahramanlardan biri yine oydu. Kimse Yok Mu derneği ile yardıma gidenler arasında da vardı, Kurban için sınır aşanlar arasında da. Okul, üniversite, dernek, vakıf, temsilcilik... Nerede bir açılış olsa Ali abi davetliler arasında yerini alır, hayr üzerine yaşayanın hayr üzeri ölüneceğini söylerdi. İki gündür yazılan mesajlara bakarak söyleyebilirim ki, her gittiği yere ardında bir yad-ı cemil bırakmış, kendi rengini vurmuş, yeni dostlar edinmiş, fidanların ağaca dönüşmesine zemin hazırlamış.
En bariz vasfı cömertlikti. Eli açıktı, hayırseverdi ve bu konuda da korkusuzdu. Allaha itimadı çok yüksekti, malının eksilmesinden endişe etmiyordu, “madem Allah infak edin diyor, biz niye cimrilik edelim, mal onun mülk onun, biz sahibi değiliz, bir bekçinin Allah’ın malı üzerinde sahiplik iddiası Allah’a karşı büyük saygısızlıktır, biz verelim ki Allah da yerini doldursun, O ister burada doldurur ister ahirette ama mutlaka doldurur, asla zayi etmez.” Yedirme içirme ve insanların ihtiyaçlarını karşılama konusunda ailecek Hz. Ebubekir efendimizin, Hz. Hatice validemizin yanı başında at sürüyorlardı adeta. 40 yıldan beri onu tanıyan insanların hemen hepsi onu dert çözücü, sıkıntı giderici bir akil insan olarak tarif ediyorlar.
İngilizcesi ilk seviyede bile değildi. O sadece Türkçe konuşuyordu ama herkesle de anlaşırdı. Bu yüzden Kanadalı komşularından biri Ali amcanın vefatını öğrenince iki dizi üzerine karlar üzerine yığılıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Adını koyamadığımız bir lisanları vardı. Eşi Elif ablanın Kanadalı kadın komşusunu yanına alarak bir çiftlikten alış-veriş yaptıklarını görünce şaşırmıştım. Ne elif abla İngilizce biliyor ne komşusu Türkçe biliyordu. Komşuya nasıl anlaştıklarını sordum “ben de bilmiyorum, ama o beni anlıyor ben de onu anlıyorum” demişti. Bunun adı cömertlik ve yardımseverlikle beslenen hal dili, sevgi diliydi.
Sadakat onun bir başka önemli vasfıydı diye düşünüyorum. Allaha ve Resulüne ve onları kendisine hakkıyla tanıtan Hocaefendi’ ye medyundu. Bütün alimlere, meşayihe karşı muhabbeti vardı; sevdiğini Allah için seviyor, kızdığına yine Allah için kızıyordu. Gençlik yıllarında İstanbul’da el uzatmadığı, yardım etmediği kuran kursu, yurt veya bir dernek kalmamıştı. Ondaki bu cömertlik hasletini Hocaefendi zirveye taşımıştı. O cevheri işleyen ruhunun derinlerine desenler çizen, iktisadı, kanaati ve cömertliği hakkıyla öğreten Hocaefendi olmuştu. Ali Açıl abi Hocaefendiyle birlikte kendi sınırlarını aştı, rahmetli Hacı Kemal abi veya A. Rıza Abiyle beraber istemesini de vermesini öğrendi. Kendinden o kadar çok şey öğrendiği insana karşı medyuniyetini asla saklamaz her fırsatta sözü mutlaka sohbet-i canana getirir ve mutlaka Hocaefendi ile bitirirdi. Yıllar önce benden bir söz almıştı, “Amerika’dan Kamp’ tan dönünce gözün ağyara bulaşmadan onlara ilk ben bakmak istiyorum. O’nu gören ve kir bulaşmamış gözleri ilk ben görmek istiyorum” diye. Ben de Kamp’ tan dönerken onu arardım ilk fırsatta gelir gözlerimden öper ve hal hatır sorardı. Nereden eline geçtiğini bilmiyorum ama her sene mevsimi gelince Efendimiz’ in (SAV) mübarek sakalın grup grup dolaştırır Mevlit kandillerine ayrı bir renk ayrı bir lezzet katardı.
Üstad Bediüzzaman ve eserlerine karşı da ayrı bir heyecan duyuyordu. Kültür merkezini sabah erkenden açar, kitaplarını ve tabletini çıkarır, cüzünü okur, evradını tamamlar bu arada Zoom sohbetlerini beklerdi. Takip ettiği grupların günlük konuklarını kaçırmaz, özellikle Selçuk Camcı beyin risale okumalarına bayılırdı. “Ben risaleyi böyle dinlemeyi çok seviyorum, uzun uzun şerhlerden ziyade biri okusun ben dinliyeyim” derdi ve bazen ben de ona risaleden bölümler okurdum; o zaman iltifat eder “sen bu işi iyi yapıyorsun niye devamlı yapmıyorsun” diye çıkışırdı. Üstadımıza ve Hocaefendiye derin muhabbet ve sadakat ile bağlıydı.
Ve tabii ki Kur’an onun vazgeçilmeziydi. Zaten sevdiklerini bu yüzden çok seviyordu. Onlar Kur’an’ı anlıyor ve yaşıyorlardı. Kur’an’ı okuyup anlamaya, özellikle muamelat, ahlak ve adabı muaşerete ait ayetlere bayılırdı. “Biz Kur’an’ı bilmiyoruz ve öncelikli işimiz onu anlamak olmalı” diye rehber arkadaşlara tavsiyelerde bulunurdu. Bu özelliği gençliğinden geliyordu. Zeytinburnu’ndaki atölyesinin çevresi doğudan göç etmiş ve yaşam mücadelesi veren ailelerle doluydu. Çocuklarıyla çok ilgilendikleri söylenemezdi. Bir gün atölyenin önünde otururken bir çocuğa “sen Kevser suresini biliyor musun” diye sordu Ali abi, “öğrenirsen sana para vereceğim” diye teşvik etti. Ertesi gün çocuk başka bir arkadaşıyla geldi, sonra çocuklar 4 oldu, sonra kırk oldu ve oğlu Alp beyin ifadesiyle dükkâna giren ve elinde parayla çıkan çocukların sayısı 250’yi buldu. Yüzlerce çocuk Kur’an öğrendi, ezber yaptı, Yasin’i, Tebareke’yi, hiç olmazsa Fatiha ve İhlas’ı ezberledi. Tabii şikâyet üzerine polis baskını yediler, sonra işin hakikati ortaya çıkınca polisler sorunsuz ayrıldılar. Derin felsefi tartışmalardan ziyade Kur’an’ı güzel okumak ve günlük hayata taşımak Ali abinin öncelikleri arasındaydı.
Kendini gurbette görmüyordu, “Allah’ın dünyası geniş ve bizi buralarda istihdam ediyor, neden garip olalım ki” diyordu. Yine hizmet için, dostlarla sohbet-i canan için yollara düştü, doktorlar seyahat için çok sıcak bakmıyorlardı ama o böyle fırsatları kaçırmak istemiyordu. Bir ay kadar Avrupa’da dolaştı. Yunanistan’da Dr. Mehmet Ateş bey ikaz etti “abi kendini yorma” Fransa’da bir başkası “abi istersen iptal edelim programı” dedi ama Ali abi “gücüm neye yetiyorsa oraya kadar” deyip yürüdü. Son fotoğrafta bir dostunun omuzuna dayanmış uçağa gidiyordu. Ne Avrupa’daki dostları ne Kanada’daki ailesi ve arkadaşları… binlerce kilometre yukarıda, dillerini anlamadığı bir sürü insanın arasında birden rahatsızlandı ve çok kısa sürede ruhunu Rahman’a teslim etti. Bence o uçakta “garip” biri varsa o da Ali Açıl abiydi. Ne su isteyebilirdi ne halini anlatabilirdi ne de ağrıyan yerini gösterebilirdi. Allah onu garipler kervanının bir yolcusu olarak yanına aldı.
Vefatını duyduğunda kederden iki büklüm olan Hocaefendi yayınladığı taziyede “dostum” diyordu. Ali abinin istediği şey bir Allah dostuna dost olabilmekti. Elif ablaya göre “tam da istediği” buydu. Hizmette can vermek istiyordu, yatakta değil ayakta ölmek istiyordu… Bir üns esintisi arıyordu. Öyle de oldu. Arayan aradığını bulur aramayan ne bulur.
Ali Açıl abiyi yüzlerce seveni dualar ve hüsn-ü şahadetle soğuk bir Kanada gününde ebedi yurdunun kapısına bıraktık ve görülen rüyalar ve ardında bıraktığı enfes hatıralara bakarak diyoruz ki “Allah’ım sen Ali abimize rahmet et, onu Efendimize komşu eyle, onu cömertlerin kapısından cennetine al” âmin.