Bu hikâye böyle bitmesin!
Feyza Akova*
Bundan yaklaşık iki yıl önce New York’ta bir haftalık bir seminere katılmıştım. Seminerde bize ders veren hoca, İslam üzerine uzman tanınmış bir sosyologdu. Modernite ve din konusunu işliyordu, ders sırasında bir ara döndü ve bize şöyle dedi "Modernite Hristiyanlığı artık dönüştürdü, şimdi esas soru "Modernite İslam'ı da dönüştürebilecek mi sorusudur" dedi. Çok sevdiğim bir ablam vardı.
Hizmette en ön saflarda koşturur, gecesi gündüzü hizmete adanmışlık ve aksiyon içinde geçerdi. O sohbet senin, bu kermes benim bitmeyen bir yoğunluğu vardı. Aynı zamanda çok da kültürlü ve derin bir bakış açısına sahipti. Hizmette okunan klasik kaynakların yanı sıra sürekli geniş çaplı okumalar yapar ve sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışırdı.
Zaman geçti ve herkes gibi onun da üzerine bir karabasan gibi elim hadiseler çöktü. Eşi hapse girdi. Bulunduğu şehirden taşınmak zorunda kaldı. Düzeni dağıldı. Kalbi yaralandı... O da hepimiz gibi savruldu. Bir sızıntı şeklinde içine, kalbine dolan tereddütler oluştu. "Nerde hata yapmıştık? Yöntemlerimiz mi yanlıştı? Kaynaklarımız mı? Acaba başka metodlara ve kaynaklara mı tutunmalıydık? Bize ne olmuştu böyle?"
Benim bu ablamın hikâyesi aslında sizin de çevrelerinizdeki başka ablaların da hikayesi. Bu bir boşluğun oluşma hikayesi. Bir boşluk, bir tereddüt ve sonrasında başka başka arayışların ve yönelimlerin hikayesi. Kâinat boşluk kabul etmez derler, ne kadar doğruymuş.
Türkiye’de oluşan bu boşluk zeminine türlü türlü şifa akımları doldu. Theta Terapisi, Esma Terapisi, Melek Terapisi, Reiki terapisi... Bu terapiler bir yanda oluşan bir boşluğun diğer yanda insanlarda açılmış yaralardan hasıl olan bir ihtiyacın neticesinde doğdu. Sahi bu tür akımların Türkiye’de bu zaman diliminde popülerlik kazanması tesadüfi mi?
O ablamı bu süreçte yakından izledim. Bir gün bana "Türkçe dua etmek çok önemli, aslında Arapça dua etmek zorunda değilsin" dedi. Sonrasında benimle paylaştığı video ve sözlerde, negatif duyguları uzaklaştırma, Allah’ın sevgisiyle bütünleşip her an Allah’la beraber olma gibi kulağa çok hoş gelen ve dini tandanslar içeren paylaşımlar oldu. Bununla beraber anlam dünyasında cereyan eden kaymalar da oluşmaktaydı.
Ancak bu kayma sevgi, şifa, Allah’ın enerjisi vs. kavramlara öyle bürünmüştü ki bunu fark etmek kolay değildi. Nesi kötü ki bu tarz şeylerin neticede her şey “pozitif” değil miydi? Fakat fark ettiğim bir şey vardı, eski metodolojiler ve kaynaklardan hiç bahsetmez olmuştu. Risalelerimiz, Hocaefendi'nin kitapları, evratlarımız... Bu yeni anlam dünyasında ancak “seni iyi hissettirdiği” ölçüde bir yere sahipti.
Size çok ürkütücü bir şey söyleyeceğim. Bu ablamın hikayesi aslında modernliğin İslam’ı dönüştürmeye çalışma hikayesi. Nasıl mı? Tıpkı Hristiyanlığın başına geldiği gibi. İsmi literatürde “Therapuetic culture” (terapötik ya da terapisel kültür) olarak geçiyor. Sosyologlar batıda uzun yıllardır bu terapötik kültürün Hristiyanlığın adeta altını oyduğunu yazıyor. Bu terapisel bakış açısı, dinin temeline “kendini iyi hissetme” düsturunu koyuyor.
Öyle ki din insanı mutlu etmek ve kendini iyi hissettirmek için vardır. Hakikat ikinci plandadır, senin sübjektif hislerin ve değerlerin merkezdedir. Öyle ki bu konuda batıda yazılmış bir kitabın adı ironik bir şekilde “In Therapy We Trust” (Moskowitz 2001) (Terapiye güveniriz)’dir. Bu sözün ironik yani şudur; Amerikan kültürünün önemli bir mottosu vardır, hatta para birimlerinin bile üzerinde geçer, “in God we trust (Allah’a güveniriz). Yazar bu çok meşhur sözü "Terapiye güveniriz" seklinde değiştirerek Amerika kültüründeki anlam kaymasına ve dinin ruhunun terapiye feda edilmesine de gönderme yapıyor.
Hepimiz yaralandık. Kolumuz kanadımız kırıldı. Ellerimize kelepçeler vuruldu. Yuvalarımız dağıldı… Fakat lütfen bu tuzağa düşmeyelim. Dinimizi bu terapötik kültüre feda etmeyelim. Bu kültürün bizi bir yanda “iyi hissettirirken” diğer yanda sinsi sinsi hakikat algımızı değiştirmesine izin vermeyelim.
Terapi sırasında bizi yedi kat semalara çıkıp orda Allah’la konuştuğumuza inandırmasına, birkaç aylık bir eğitimle sürekli Allah’tan “safi” ilhamlar alıp şifa dağıtabilen biri olabileceğimize inandırmasına, —haşa — Allah hep emrimize hazır ve nazır bekliyormuş gibi istediğimiz şahsa istediğimiz anda şifa aktaracağımızı düşündürmesine, kaderimizi bilinçaltımızın şekillendirdiği fikrine ikna etmesine, sübjektif hislerimizin kırık aynasında bu derin sularda yüzebileceğimize inandırmasına, gelenekten süzülmüş dua ve ibadetlerimizi neredeyse ikincil konuma atmasına izin vermeyelim.
Geleneğimizin, Üstad’dan ve Hocaefendi'den öğrendiğimiz yol ve metodolojilerin bizi sözüm ona mesela bir Theta Healing kadar “iyi hissettirmemesi” onları daha az makbul yapmaz. Amerika’da yasayan meşhur bir ahlak felsefecisi katıldığım bir derste şöyle demişti: “İnsanın üzülmesi gereken şeylere üzülmesi ve acı çekmesi gereken yerde acı çekmesi bir erdemdir.”
Bu sözde çok ince bir espri vardı, mutluluğu erdemi belirlemede esas alamayız demek istiyordu. Biz birer hakikat yolcusuyuz. Batının bağrından kopup gelmiş, hoş sözlerle, pozitif pohpohlamalarla bizi bir yanda rahatlatırken öbür yanda tıpkı Hristiyanlığa yaptığı gibi ayağımızın altındaki toprağı kaydıran bu akımlara yolculuğumuzu feda edemeyiz.
“Ablacığım; biliyorum çok yol yürüdük, yorulduk. İncindik ve yara aldık. Fakat bu hikâyenin kahramanı sensin, lütfen bu hikâye böyle bitmesin...”
*Doktora öğrencisi