Mustafa Sungur Ağabeyimizin damadı vefat edince bir grup ağabeyimizle beraber taziyeye gitmiştik. Dersanesinde taziye için bizim gibi gelmiş başka ağabeyler de vardı. Sungur Ağabey, onlardan birisine “Hâfız Ali Mülâyim! Bak bu kardeşlere de Üstad Hazretleriyle nasıl tanıştığını bir anlatıver.” dedi. Bilâl-i Habeşi Hazretlerinin torunlarından olan bu mübarek ağabeyimiz kendine has üslubu ile anlatmaya başladı:
“1945’den 1958’e kadar Van’dan Urfa’ya kadar bütün telefon direkleri benim elimden geçti. NATO’ya bağlı bir Alman şirketinde çalıştım. İş bitince ‘Gel seni Almanya’ya götürelim’ dediler ben de kabul ettim. Pasaport işlerim için İstanbul’a gittim. Bir otele yerleştim. O gece rüyamda bir zat bana ‘Sen Kur’an hâfızısın… Bırak bu işleri.’
Öbür gün yine rüyamda aynı zât bana ‘Ben sana söylemedim mi? Sen hâfız-ı Kur’an’sın… Bu işlerden vazgeç… Git kendi işini yap’ dedi. Kendi kendime ‘Bu hâl nedir yâ Rabbi!’ dedim. Ama aynı zat üçüncü gün de aynı ikazı yaptı. Pasaport işim bitmişti. Öbür gün Almanya’ya gidiyordum artık. Otele döndüm ışığı söndürüp yatağa yattım.
Beş dakika geçmeden pencere açıldı, bir zat girdi, bir ses geldi. Bağırarak bana: ‘Hâfız Ali!.. Kalk. Beni üç defadır buraya getiriyorsun. Ben sana, bu işlerden vaz geç demedim mi? Sen hem hâfız-ı Kur’an’sın, hem de böyle şeylerle uğraşıyorsun. Sen Almanya’ya gitmeyeceksin. Dön Bitlis’e git… Benim ismim Said Nursi!..’ dedi.
Bunu duyunca, ‘Acaba bu zat kimdir?’ dedim. Ellerimi uzattım fakat boşta kaldılar. Kalkıp ışığı açtım. Ama baktım odada kimse yok… Pencere de kapalı idi. ‘Bu zât, herhalde büyük bir kişi olmalı. Ama ben ne yapayım?’ diye düşünmeye başladım.
Sonra ‘Para, pul ve makam Almanya’da. Ama ben bunlardan vazgeçmeliyim.’ dedim. Öyle de yaptım. Her şeyi terk edip doğruca Bitlis’e döndüm.
Gökmeydan Camii imamına gidip, rüyamda gördüğüm Said Nursi’nin kim olduğunu sordum. Onun büyük birisi olduğunu ve Isparta’da kaldığını söyledi…
Biz böyle konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Bunlar kollarıma girip bana ‘Kalk bakalım’ dediler. Beni doğruca karakola götürdüler. Meğer askerliğim elli beş gün geçmiş. Beni asker kaçağı, firari diye tuttular. Karakoldan da askerlik şubesine götürdüler. Ben kaçak olmadığımı, aslında arandığımı bile bilmediğimi, askerlikten kaçmadığımı söyleyince, beni cezalı olarak, Isparta 3. Eğitim tugayına göndermeye karar verdiler.
Evrakları hazırlayıp Bitlis’ten Diyarbakır’a götürdüler. Oradan da bindirdiler bir kara trene... Hayvan bile barınmayan bir vagona koydular. Nihayet Isparta’ya ulaştık. Mimar Sinan Camiinin karşısında Güvenç Oteli vardı. İçeriye girince otelci bana ‘Sen hangi mağaradan geldin?’ dedi. Ben de ‘Ne mağarası, kömürlü trende oldu’ dedim… Odama yerleşip temizlendim.
Sabah kalktım Üstadın evine doğru yürüdüm. Uzaktan baktım kapısının önünde bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidip geliyor, sonra gelip yine kapının önünde duruyor. ‘Allah, Allah! Burası herhalde karakol !’ diye düşündüm. Biraz daha bekledim. Ama karakola girip çıkan yok… O zaman Üstadın evi olduğu kanaatına vardım.
Ben de bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi yanıma yaklaştı ve bana ‘Sen kimsin?’ diye sordu. ‘Ben insanım’ dedim. Bu sefer ‘Öyle demek istemiyorum, nereden geliyorsun?’ dedi. ‘Bitlis’ten geliyorum. Burada Bediüzzaman varmış, elini öpüp gideceğim.’ dedim. ‘O şimdi burada değil, Barla’dadır.’ dedi. Ben de ilk defa Barla diye bir isim duyduğum için, ‘Barla nedir?’ dedim. Adam ‘Sen benimle alay mı ediyorsun?’ dedi. ‘Vallahi Barla nedir bilmiyorum’ dedim. O zaman ‘O bir köydür. Üstad oraya gitti’ dedi.
“Sonra geriye döndüm. Baktım üç kişi beni takip ediyorlar. Sokağı değiştirdim. Hemen oradan Ulu Camiye gittim. Orada öğle namazını kıldım. Baktım yine beni takip ediyorlar hemen otele dönüp, olanları otelciye anlattım. O ‘Seni yakalamadılar mı?’ dedi. ‘Yok’ deyince, ‘İyi ki, yakalamamışlar, yoksa karakola götürüp dövüyorlar’ dedi.
‘Peki, bu zattan niye korkuyorlar. Bu zatın topu tüfeği, askeri, ordusu mu var?’ dedim.
‘Vallahi bu zatın topu tüfeği yok ama öyle kuvvetli bir imanı var ki, bütün hükümet erkânı ondan korkuyorlar’ dedi. Neticede o gün Üstadı görmek mümkün olmadı.
“İkinci gün abdestimi aldım, tekrar Üstad’ın evine gittim. Baktım polisler uzakta ‘Bismillahirrahmanirrahim deyip kapıyı çaldım. Birisi kapıyı açıp bana ‘Hafız Ali Mülayim sen misin?’ dedi. ‘Benim kurban. Hele ver şu mübarek elini bir öpeyim deyip eline eğildim. Elini çekip dedi ki: ‘Benim adım Ceylan!...’ ‘Allah müstehakını versin…’ deyip ağlamaya başladım. ‘Ağlama’ dedi. Kalktı boynuma sarıldı, başımdan öptü. ‘Ağlama, Üstad bana dedi ki, kapıda dur Hafız Ali Mülayim gelecek. Benim selamımı söyle, kendisini talebeliğe kabul ettim. Doğru gitsin kıtasına teslim olsun, durmasın. Bir daha buraya uğramasın.’ dedi.”
“Söz dinleyip kıtama gittim, teslim oldum…"
SAFVET SENİH