Büyük davalar şehitsiz olmaz...

''Acaba insanların en kıymetli varlığı olan canını elinden alan, geride kalanları gözyaşlarına boğan şehitlik olmasa olmaz mıydı? Cenab-ı Hak niçin birçok ayette kendi adının cihana yayılması davasını omuzlayanların başta canları ve malları olmak üzere her şeylerini feda etmelerini istiyor?''

Muhacir Öğretmen Yasin Karaman dualarla defnedildi

Cemil Tokpınar / Tr724
BÜYÜK DAVALAR ŞEHİTSİZ OLMAZ!

Geçtiğimiz Mevlid Kandilinde, hicret içinde hicret yaşarken yakalandığı devasız hastalıkların ıztırabıyla, günahlarından arınmış bir surette şehadete kanat çırpan Yasin Karaman Kardeşimizle altı ay önce tanışmıştık. Bana 29 Mayıs’ta bir e-mail göndererek dua istemişti. Her kelimesinden samimiyet damlayan kısa mailinde şöyle diyordu Yasin:

“Abi size karşı hüsnü zannım var. Benim adım Yasin. 28 yaşındayım. 2012 yılında üniversiteyi bitirdikten sonra Gine Konakri’ye gittim. Dört yıl öğretmenlik yaptım. Okulları devrettiler, sonra eşim ve çocuğumla beraber Senegal’e geçtik. Orda üç ay çalıştıktan sonra sıkıntılardan dolayı Mali’ye gittik. Mali’de bir doktora muayene oldum. Kanser olabilir şüphesiyle Fransa’ya geldim.

Geçen yıl Nisan ayından beri kemoterapi görüyorum. Hastalığım ilerlemiş ve doktorlar ömür boyu kemoterapinin süreceğini söylüyorlar. Ben de hüsnü zannım olan kişilerden kendim, eşim ve iki yaşındaki oğlum Muhsin için dua istiyorum. Abi eğer izin verirseniz sizinle muhabbet etmek istiyorum, benim için moral olur.”

Ah şu hak etmediğim hüsnü zanlar yok mu? Onların ıztırabıyla daha benden istemeden dua ettiğim o kadar çok kardeşim var ki… Bir de buna daha ömrünün baharında çaresiz hastalıkla cedelleşen bir muhacir masumiyeti eklenince dua etmemek mümkün mü? Zaten Mehmed Akif’in, “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim” dediği gibi, hastalara, dertlilere, engellilere, yaşlılara yönelik pozitif ayrımcılığım eklenince, “Hemen telefonunu yaz o zaman, görüşelim” dedim.

Yasin telefonunu gönderdi, ama görüşmemiz sonraki günlerde oldu. Daha çok kanser ve tedavisi üzerine konuştuk. Morali yüksek tutma usullerinden bahsedip bol bol kestane balı ve Türkiye’de yetişmiş ceviz yemesini tavsiye ettim. Yaşanmış örnekler vardı. Çok iyi tanıdığım bir hocamız, çok ilerlemiş kanser hastalığı bulunan ve doktorların yaşama ihtimali vermediği bir hastanın bol bol kestane balı yediğini ve 27 yıldır yaşadığını anlatmıştı. Yine Amerika’da yapılan bir araştırmada Türk cevizinde kanser tedavisinde etkili bir maddenin bulunduğu sonucuna varıldığını duymuştum.

Ölmek mi, ebedî gençliğe doğmak mı?

Daha sonra mesajlaşmalarımız devam etti. Zaman zaman tedavi hakkında bilgi veriyor, kendisine yapılan dualardan çok mutlu olduğunu ifade ediyordu. Hatta bir keresinde, “Ben bu dairede kalmanın mükâfatını bu dünyada dahi gördüm, inşallah öbür tarafta da görürüm” demişti. En son attığı toplu mesajında yine herkesten dua ve helallik istemişti.

Belki bir gün, “Hamdolsun, artık iyileştim” müjdesini beklerken, Mevlid Kandilinde bir hicret erinin daha Hakka yürüdüğünü anlatan uzun bir mesaj düşüyordu cep telefonuma. Ümmeti, Nebi’nin (s.a.v.) doğumunu dua ve salavatlarla kutlarken ümmetinden bir muhacir dünyaya veda ediyor, belki de genç yaşında ebedî bir gençliğe doğuyordu. Yasin, gençliğini hizmet, hicret, gurbetle yaşamış, Cenab-ı Hak da onu şehadetle ödüllendirmişti.

Vefatından sonraki gelişmeleri, cenaze namazı ve defin sürecine girmeyeceğim. Çünkü Yasin’i yakından tanıyan İsmet Macid Bey’in yazdığı iki yazı ve eşi Büşra Hanım’ın “Teşekkür Niyetine” başlıklı yazısı, tüm bu gelişmeleri detaylarıyla yansıttı. Onları mutlaka okumanızı tavsiye ederek, Büşra Hanım’ın yazısından şu bölümü dikkatlerinize sunuyorum:

“Benim için iyi bir eş olmanın ötesinde tam bir hayat rehberiydi. Gıpta ettiğim bir imanı vardı. ‘Onca günahıma rağmen Allah(cc) beni bu dairede tutuyor, Rabbimin bana merhamet edeceğine inanıyorum’ derdi hep. Ve belki de onun vefasına ve Allah’a olan hüsnü zannına karşılık o kadar güzel bir gecede verdi ki son nefesini Yasin… Mevlid Kandili vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dünyanın dört bir yanından dualar gönderdi ona.”

Yasin ne ilk, ne de son olacak

Şehadetin geçmişi insanlık tarihi kadar eskidir. Kardeşi Kabil’e, “Sen beni öldürmek için bana el kaldırsan da, ben seni öldürmek için el kaldırmayacağım. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyen Habil, bir takva şehidi değil miydi? Pekâlâ, o da kardeşini öldürebilir, en azından mukabele edebilirdi. Ama Habil, dünyevî ikbal ve menfaatini değil, Allah’ın rızasını ve uhrevî saadetini düşünmüştü.

Acaba dünyalık uğruna masumları imhaya teşebbüs edenlere bir el, hatta bir parmak bile kaldırılmaması Habilce bir duruş değil midir?

Büyük davaların çok farklı tarzlarda kahramanları vardır. Malıyla, canıyla, aklıyla, ilmiyle, çeşitli kabiliyetleriyle, ibadetiyle, duasıyla ve daha nice imkânlarıyla Allah’ın dinine hizmet eden yiğitler içinde şehitler çok özel bir konumdadır. Allah’ın kendilerini nimetlendirdiği dört grup olan nebiler, sıddikler, şehitler ve salihler içinde yer alır, Allah için canlarını feda eden bu yiğitler. Makamları peygamberlerden hemen sonra gelir.

Asr-ı Saadetteki kahramanlar geçidine baktığımızda her biri bir destan olan nice şehitler görürüz. Şehitlerin Seyyidi Hz. Hamza’dan (r.a.) gerdek gecesinden Uhud’a koşan Hz. Hanzala’ya (r.a.), mal ve şöhrete sırt çeviren Mus’ab bin Umeyr’den (r.a.) adeta her bir organı şehadete yükselmiş Abdullah bin Cahş’a (r.a.) kadar nice kahraman asırlar boyu gelecek şehitlerin öncüleri olmuşlardır.

Niçin şehadet?

Acaba insanların en kıymetli varlığı olan canını elinden alan, geride kalanları gözyaşlarına boğan şehitlik olmasa olmaz mıydı? Cenab-ı Hak niçin birçok ayette kendi adının cihana yayılması davasını omuzlayanların başta canları ve malları olmak üzere her şeylerini feda etmelerini istiyor?

Çünkü büyük davalar, insanlığın barışı ve saadetini hedefleyen büyük hareketler, büyük fedakârlıklar isterler. Zira kendi geçici menfaatleri ve saadetleri için insanlığı ateşe atmaktan, mutsuzluğa ve huzursuzluğa gark etmekten çekinmeyen şerirler güruhu, her türlü vasıtayı kullanarak kötülüğü yaymak ister. Onlara göre, iyiliği hâkim kılmaya çalışanlara her türlü gasp, baskı, zorbalık, suikast, işkence, hapis mubahtır. Böylesi kötülerle mücadele edenler her türlü feragat ve fedakârlığı göze almazlarsa muvaffak olamazlar. Bu yüzden şehitsiz olmaz, kavgasız olmaz! Bu yüzden anadan, babadan, yârdan ve serden geçmeden olmaz!

Ayrıca Allah’ın şuunat-ı Sübhaniyesine bakan bir yönü vardır şehitliğin. Her şeyin sahibi olan Rabbimiz, kullarına emanet ettiği her şeyin kendisi uğrunda feda edildiğini bizzat görmek istiyor ve bundan memnun oluyor. Bütün malını feda eden himmet kahramanlarını; bütün şanını, şöhretini, makamını Allah için bırakabilen yiğitleri; her türlü hapis, sürgün ve işkenceye razı olabilen cesurları ve Rabbinin emanet ettiği canı yine Ona vermekten perva etmeyen korkusuzları görmek Rabbimiz için münezzeh ve mukaddes bir lezzet ve bir mesruriyettir ki, bunu biz hakkıyla anlamaktan ve ifade etmekten aciziz.

İşte bu yüzden dini ve davası için canını riske atmaktan çekinmeyen ve hatta canından olan şehitlere çok büyük mükâfatlar vaat edilir.

İstikamet ve işkence şehitleri

İman hizmetinin geçmişine baktığımızda farklı şekillerde can veren nice şehitler görürüz. İfadesi alınırken yalan söylememek için “Allah’ım canımı al” diyerek ruhunu teslim eden istikamet şehidi Asım Bey, Denizli Hapishanesinde hastalanıp Üstad Hazretlerinin bedeline vefat etmek için dua eden ve şehit olan Hafız Ali, nezarete götürüldüğü akşam işkenceyle şehit edilen Nazillili terzi Mehmed Oğuz, Almanya’dan Türkiye’ye dönerken trafik kazası geçirip hizmet ve aksiyon şehitleri olan Bayram Yüksel, Ali Uçar ve Mehmed Çiçek bunlardan birkaçıdır.

Yine şehitlerden söz açılmışken 1988’de Urfa’da hizmet yolunda trafik kazası geçirerek şehadete uçan Mehmet Özyurt, Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik’i anmamak mümkün mü?

Son beş yıldır yaşadığımız zulüm sürecinde ise nice şehitler verildi. Kimisi Gökhan Açıkkollu gibi işkenceyle, kimisi Halime Gülsu gibi hapiste ilaçları verilmeyerek, kimisi Esma Uludağ gibi Yunanistan’da beyin kanamasıyla, kimisi Maden Ailesi, Akçabay Ailesi ve Uğur Abdürrezzak gibi hicret yolunda boğularak, kimisi Hıdır ve Kemale öğretmenler gibi suikastla, kimisi Mustafa Kayapalı gibi pencereden atılmak suretiyle, kimisi Hasan Değirmenci gibi kardeşlerine yardıma gittiği Yunanistan’da beyin kanamasıyla şehadet vadilerinden cennete uçtular.

Daha burada ismini anamadığımız nice kahraman Allah’ın dini için Allah’ın verdiği canı feda etmekten çekinmedi. Rabbim hepsinden de razı olsun.

Rabbim sahabelere arkadaş etsin

“Peki şehit olmayanların durumu nedir?” diye sorabilirsiniz.

Ben öyle inanıyorum ki, cemaatin sadık, samimi ve vefakâr her bir ferdi, dün de, bugün de bu hizmetin her türlü cevr ü cefasına razı ve davası uğruna başına gelebilecek hiçbir acıdan çekinmeyecek bir kahramanlık sergiliyor. Eğer canını, malını, sağlığını, makamını, özgürlüğünü, işini, evini, barkını feda etmekten çekinselerdi dimdik durduğu yoldan geri dönerlerdi. Dolayısıyla farklı şekillerde imtihan olan ve sadakatini ispatlayan her bir fert, şehadete giden yolda bulunmaktan ve canını vermekten asla çekinmez. Bu yüzden onlar da tıpkı şehitler gibi nice manevî makamlara ve uhrevî mükâfatlara nail olacaktır.

Yazımızı öğretmen Yasin kardeşimizin vefatından sonra görülen güzel bir rüyayla bitirelim. Yasin ve eşi Büşra Hanımla hiç tanışmamış, ama şehadet haberini aldığından beri üzülen, ağlayan ve dua eden, elli yaşlarında bir hacı annemiz rüyasında Yasin’in kabrini ziyaret ediyor. Kabirde Yasin’in eşi Büşra Hanımı da görüyor. Hava soğuk ve palto giymiş arkadaşlar Yasin’in başında Kur’an okuyorlar. Rüyanın en ilginç tarafı, bulundukları yer Mekke’deki Cennetü’l-Mualla Kabristanı imiş.

Rabbim Yasin’i ve diğer şehitlerimizi sahabe efendilerimize arkadaş etsin. Ruhlarına el-Fatiha.

<< Önceki Haber Büyük davalar şehitsiz olmaz... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER