Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Çağlayan, bir duruş ve direnişin sesidir
Söze, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Söz” yazısından güzel sözlerle başlayalım:
“Yeri-göğü bir araya getirip, birbirine bağlayan, dünyayı ukbâ ile bütünleştiren sözdür. Her ne kadar onun güzelliği ve yüceliği kendiliğinden görülmese de her şey ona muhtaç, her gizli güzelliğin kaynağı da odur.
“O, burçları deviren öyle bir sancak ve kaleler fetheden öyle bir bayraktır ki; onun vesâyâsına girmeyen cihangirler bir köyü bile fethedememişlerdir. Fatih kumandanlar onun girdikleri yerlere girememiş, sultanlar onun ulaştığı ihtişama ulaşamamış ve hiçbir fâni onun kadar uzun ömürlü olamamıştır. Gelenler gitmiş; gidenler unutulup hâfızalardan silinmiş; ama o, hep taptaze ve olduğu gibi kalmıştır.
“Söz erleri semavî bülbüllerdir. Onların dilleri, dostların sînelerinin inşirahı, düşmanların da korkulu rüyalarıdır. Bunların dillerinden dökülen söz süngüleri, muhariplerin kılıçlarından daha keskin, mızraklarından daha ürperticidir. Hekimler, kılıç yaralarını, ok yaralarını tedavi edebilmişlerdir ama, söz yaralarını tedavi ettikleri görülmemiştir. Sözün en müessir ve en içlisini peygamberler, sonra da derecesine göre ilhâma açık saf gönüller söylemişlerdir. Söylemiş ve yerinde karanlığın bağrına yağdırdıkları söz oklarıyla zulmetleri delik-deşik etmiş; yerinde sînelere saldıkları beyân kıvılcımlarıyla ruhlarda yangınlar meydana getirmiş ve yerinde de rahmet damlaları şeklindeki kelimeleri dört bir yana saçarak her yeri cennetlere çevirmişlerdir.
“Hele ilham üveyklerinin kanatlandığı vakit, dudaklarından saçılan incileri toplamak için melekler bile onlara koşmuş ve onların dizlerine kapanmışlardır.
“Söz erleri güneş gibidirler; kendilerine rağmen durmadan çevrelerini aydınlatırlar.. derya gibidirler. Dünyanın en zengin hazinelerini hem de hiç hissettirmeden sînelerinde taşır ve bir mum gibi etraflarına ışık verir; fakat, başlar önlerinde mahcup ve iki büklüm yaşarlar. Halk içinde mütevâzilerden daha mütevâzi, Hak'la beraber olunca da fevkalâde uyanıktırlar. Çevrelerine yığın-yığın cevherler dağıtır dururlar da bunun farkında bile olmazlar. Olmazlar; zira, iç dünyalarında her an daha kıymetli pırlantalar peşindedirler.
“Buldukları o, zebercedden nükteleri açıklarken, sesleri kıyamet sûru gibi çınlar; sihirleri insi-cinni büyüler; meyhanedekiler de mescittekiler de heryandan onların cevherlerine koşar. ”
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “Lemaat” da şöyle diyor:
“Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidâr nevaz…
“Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücûddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: ‘Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!..’
Erek Dağındaki inzivasından Barla’ya doğru sürgüne gönderilirken Üstad Hazretlerinin, torbasında namaz seccadesi ve elinde bir kalemi vardı… Bütün zulümlere işte bu kalemiyle direndi, dik duruşunu cihana gösterdi… Çünkü o günün imkânı bu idi…
Muhterem Hocaefendi, ilk önce Öğretmenler Vakfının çıkardığı Zuhur isimli bültenle varlığımızı ızhar ve ibraz etti… Sonra da Sızıntı dergisiyle senelerce mesajlarını verdi. Evet biz Sızıntı ile beslendik ve o sevda ile yol aldık. Bugün artık Sızıntı yerine Çağlayan var. Bizler birer canlı Çağlayan olmalıyız… Her birimizden, bizzat Çağlayan çağlamalı. Unutmayalım şimdi Çağlayan, bir direniş destanıdır. Çağlayan'a stratejik olarak bakmalıyız… Çağlayan da BİR VARLIK SESİDİR. Ben de varım demektir. Yazarak direniş gösterme demektir. Bizler de Çağlayan’da yazılanları okuyarak, okutarak direnmeliyiz ve DİRENİŞ KERVANINA katılmalıyız. Hizmetimiz lâf üretmiyor; DEĞER üretiyor. Onun için diyoruz ki, Çağlayan belli bir tiraja takılıp kalmasın… O da Sızıntı gibi 800 binlere, hatta milyonlara ulaşsın, inşaallah...
Gayret bizden, neticede hayırlar ve bereketler Cenab-ı Erhamürrâhimin’dendir…