ABDULLAH AYMAZ
On Üçüncü Mektub’un Birinci Suâli’nde Bediüzzaman Hazretlerine deniliyor ki: “İstirahatin nasıl? Halin nedir?” O da cevap olarak diyor ki: “Merhametlilerin en merhametlisi Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükrediyorum ki; ehl-i dünyanın bana ettiği çeşit çeşit zulümleri, çeşit çeşit rahmetlere çevirdi. Şöyle ki: Siyaseti terk edip dünyadan tamamen sıyrılarak bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp oradan oraya sürdüler.
Üstad Hazretleri Birinci Dünya Savaşı patlayınca talebeleri ve çevresiyle harbe katıldı. Yaralanarak esir düştü. Ruslar tarafından Kosturma’ya götürüldü. Çarlık yıkılıp Bolşevizmin başa geçmesi hengamındaki kargaşadan da istifade ile kerametvârî bir şekilde firar edip İstanbul’a geldi. İngiliz işgaline karşı Hutuvat-ı Sitte eseriyle, İngiliz Mandası olmaya karşı çıktı. Onların idam kararlarına ve Ankara’da kurulan Meclis’in davetine binaen, 1922’de Ankara’ya gitti. Orada yüzde doksan, sarıklı hocaları yüzde on bir komitenin mağlup ettiğini ve niyetlerinin İslam dini için hiç de iyi olmadığını görüp Van’a döndü. Bir müddet sonra da birkaç talebesiyle Erek Dağı’nın bir mağarasına çekildi. Onlarla İslamî ilimlerin derinliklerine dalıyorlardı. Haftada bir cuma günleri Cuma namazı kılmak için Van’a geliyorlardı. Hanefilerde imamdan sonra üç cemaat bulunsa Cuma namazı kılınır ama Şâfilerde imamdan başka 40 kişilik bir cemaat gerektiği için Erek Dağı’nda Cuma namazı kılamıyorlardı.
(Dünyayı aydınlatacak eserleri yazacak bir potansiyel dağ başında bir mağarada bekliyordu. A.A.) Rahîm ve Hakîm Yaradan’ın, o sürgünü bana bir rahmete çevirdi. Emniyet ve güveni olmayan ve ihlası bozacak sebeplere maruz Erek Dağı’ndaki o inzivayı, emniyetli, ihlaslı Barla dağlarındaki halvete (Hakk’tan gayri her şeyden uzaklaşarak kalp ve ruhun kendine özgü dinamikleriyle Allah’a yönelme) çevirdi. Rusya’da esaretteyken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Hak, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zayıf vücuduma yüklemedi. (1992’de Zaman Gazetesi temsilcisi olarak Amerika’ya gittim. Gücümüz ancak haftalık gazete çıkarmaya yetiyordu. Önce öyle başladık. 1993’te Orta Asya’da açılan Hizmet Okulları dikkatleri çekmeye başladı.
Boston’daki bir üniversiteden bir araştırmacı, aynı şekilde Kanada’dan başka bir araştırmacı bu okullarla ilgili sorular sordular. Arkadaşlar bir Amerikan TV kanalının bu okullarla ilgili bir program yaptığını söylediler. Bunun üzerine Amerika’daki arkadaşlarla bir istişare yaptık. O zamana kadar M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ismi Hizmet’in hiçbir derneğinde ve vakfında geçmiyordu. Böyle şeylerden hiç hazzetmeyen Hocaefendi’nin mütevazi fıtratı da asla şöhretten, Hizmet’in ismiyle anılmasından hoşlanmıyordu. Ama işte mızrak çuvala sığmıyordu. Eğer biz Hocaefendi’yi, adıyla sanıyla ve gerçek kimliğiyle tanıtmazsak, birileri çok fena şekilde, her şeyi kirleterek zihinleri bulandırabilirdi. Onun için Türkiye’ye gittim önde gelen ağabeylerle görüşerek, bunu bizzat Hocaefendi’ye arzettik.
Hocaefendi de bize “Ben birkaç senedir hep düşünüyordum: Bu Hizmet, güzel gelişiyor. Ama her ne kadar benim çoluğum çocuğum olmasa da benim kardeşlerimin evlatlarından veya damatlarından veya başka akrabalarımdan bazılarının yapacakları hatalar yüzünden bu Hizmet’e bir zarar gelebilir. Eğer ben ortadan çekilirsem böyle bir ihtimal yok olmuş olur. Onun için birkaç senedir, hiç kimseye haber vermeden, kimsenin bilmediği bir mağaraya çekilmeyi, ölünceye kadar orada riyazat yapıp, ibadet ve dua ile meşgul olmayı ciddi ciddi düşündüm ama bunun bir çare olamayacağını da anladım. Artık mızrak çuvala sığmıyor. Onun için çok hassas yaşamamız, bu Hizmet’e bir zarar gelmemesi için ismetimize, iffetimize son derece dikkat etmemiz gerekiyor. Sadece benim değil, Hizmet’teki bütün kardeşlerimizin bu hassasiyeti göstermesi gerekmektedir.” dedi.
Sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı kuruldu. İlk defa bu vakıfta ismi Vakfın Onursal Başkanı olarak geçti. Vakfın iftar yemeklerinde ve bazı organizelerinde medya karşısına çıktı. Birçokları Hocaefendi’yi sarıklı, cübbeli ve sakallı görmeyince şaşırdılar. Bilhassa Aydın Doğan grubunun gazeteci ve televizyoncuları Hocaefendi’ye sordukları sorulara karşılık aldıkları cevaplardan dolayı memnuniyet ve hayranlık duyduklarına şahit olduk…
Fakat derinler, medyanın bu alakasından bilhassa Papa görüşmesinden sonra çok rahatsız olmuşlar ki, barış köprülerini yıkacak tahribata başladılar. Hocaefendi bir nevi sürgün hayatı saydığı Amerika’ya gidişini ve çok sevdiği ülkesinden ayrılmayı, “Hüzünlü Gurbet” ile ifade etti. Kaktüs yutar gibi hüzün yudumlamak elbette kolay bir şey değildir. Ama Efendimizin (S.A.S.) hayat-ı seniyelerindeki “senetü’l-hüzün” tabiri ile anlatılan o hüzünlü ve sıkıntılı yıllarına benzer günlerden sonraki dünya çapındaki gelişmeler karşısında, İlahî lütufları güzelliklere de şâhit olduk.”
Üstad Hazretleri On Üçüncü Mektub’un İkinci Sual’îne verdiği cevapta ise şöyle diyordu: “Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki: Başa her işte iki sebep var; biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya, zâhiri bir sebep oldu, beni buraya getirdi.
Kader-i İlahî ise, hakîki sebeptir; beni bu inzivaya mahkûm etti. Zâhirî sebep zulmetti, hakiki sebep ise adâlet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: ‘Şu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza karışır’ diye ihtimal üzerine beni sürgün edip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlasla ilme ve dine hizmet edemiyorum, beni sürgüne mahkûm etti. Onlara bu katmerli zulmünü kat kat bir rahmete çevirdi. (…) Başlarını yesin! Dünyalarını tamamen bıraktığım ve -ayaklarına dolaşsın- siyasetlerini büsbütün terkettiğim halde; düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla, o evhamlarına bir hakikat rengi vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebi elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak bir sızıntı verecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir bir tek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. Demek Kur’an-ı Hakim’in hizmetinin bütün siyasetlerin üstünde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.”
Tâ Emeviler, hatta Abbasîler döneminde bazı siyasilerin Ehl-i Beyte zulümlerinin arkasında hep bu siyasi mülahazalar var. Üstad gibi bir seyyide yapılanlar ve günümüzde Hizmetimize ve başımızdaki zâta yapılan zulüm ve haksızlıkların sebebi de başka değil… Ama Allah’ın Rahmeti başka şekilde tezahür ediyor.