ABDULLAH AYMAZ
Charles de Foucauld, 1858 yılında Strasburg’da doğdu. Henüz altı yaşına gelmeden hem yetim hem öksüz kaldı. Bu durum onu çok hassas ve kederli bir çocuk haline getirdi. Zor bir ergenlik çağı geçirdi ve yaşadığı bu travma neticesi inancını kaybetti… 22 yaşında subay oldu ve Cezayir’e gönderildi. İki yıl sonra orduyu terketti ve Fas’ta tehlikeli araştırmalar yapmaya başladı. Çöllük bölgede Müslümanların imanından etkilenip, “Acaba Tanrı gerçekten var mı?” diye kendi kendine sorular sormaya başladı. Sonra Fransa’ya dönüp Peder Huvelin ile tanıştı. Huvelin ile baba ve arkadaş gibi oldu. 1886 yılının ekim ayında 28 yaşında tekrar Hristiyanlık inancına döndü. Artık kendisini Tanrı’ya adamak istedi. Kutsal toprakları ziyaret ettiğinde, Hz. İsa’nın hayatından çok etkilendi. Böylece 7 sene Trapist Manastırı’nda kaldı. Buradan Nasıra’ya geçti ve oradan Klaris rahibelerinin manastırının yanında dört yıl keşiş hayatı yaşadı. Hz. İsa’nın izinde yaşamaya karar verdi. 1901 yılında rahip oldu.
Rahip olarak ilk yıllarını Sahra Çölü’nde, Beni Abbes’te ve sonra Tamanrasset’te yaşadı. Tek arzusu çölde yaşayan göçebelerin dostu ve kardeşi olmaktı. Dillerini öğrendi ve kültürlerini anlamaya çalıştı. Bu hususta lügat ve geniş bilgiler verdiği kitaplar yazdı. Bunların baskıları da yapıldı. 1 Aralık 1916 tarihinde Hoggar’da öldürüldü. Birinci Dünya Savaşı’na rağmen, Charles De Foucauld bu tehlikeli bölgeyi terk etmeyip, hayatlarını paylaştığı dostlarıyla kalmak uğruma hayatını feda etti. 1921 yılında Rene Bazin, Charles De Foucauld’un ilk biyografisini yayınladı, böylece onu halka daha iyi tanıttı ve pek çok hayranları meydana geldi. Hz. İsa’nın Küçük Kızkardeşleri Cemaati isimli büyük bir grup Charles’in izinde gitmeye devam ediyorlar.
Yaklaşık on sene önce Yunanistan’daki meşhur Aynoroz Yarımadası’na gitmiştik. Orası, Ortodoksların ayrı ayrı kiliselerinin bulunduğu yer. Bin yüz seneden fazla bir zamandır Hz. Meryem’in Bahçesi olarak biliniyor. Oraya Yunanistan vatandaşları bile özel izin ile girebiliyorlar. Biz orada üç gün kaldık. Bizim teheccüde kalktığımız vakitte onlar ibadet ve duaya kalkıyorlar. Beş saatten aşağı olmayan bir zaman diliminde devamlı ibadet ve dua ediyorlar. Sabah ve akşam çorba, zeytin-peynir ile yetiniyorlar. Et yemeği yok. Sadece Pazar günleri balık yiyebiliyorlar. Dünyadan ve dünyalıklardan uzak duruyorlar. Evli iseler boşanıyorlar ve bütün mallarını ve mülklerini ve sonradan gelen miraslarını bile kiliseye bırakıyorlar. Bir nevi dünyadan ellerini eteklerini çekiyorlar. Gerçekten bir manevi hayata giriyorlar.
Sonra bir gazeteci olarak en üst seviyeli görevli ile görüşmek imkanımız da oldu. Sohbet arasında, “Biz sizin (Türkiye’nin) Avrupa Birliği’ne girmenizi isteriz. Çünkü siz daha dindarsınız, Avrupalılara dinlerini hatırlatacaksınız. Biz geçenlerde Gürcistan Patriği ile görüşmüştük. Bana dedi ki: ‘Mısır’a gitmiştim. Beş vakit ezanlar okunuyordu. Böyle günde beş defa yüksek sesle ezan okunuyor da acaba camiler ve mescitler de cemaatle doluyor mu? Diye sordum. Evet dolup taşıyor dediler. Bunun üzerine, ‘Biz haftada bir Pazar günü kiliseye gidip ibadet ediyoruz. Halbuki her gün her vakit bizim de ibadet ve dua için Tanrı katına çıkmamız lâzım’ diye düşündüm. Gürcistan’a dönünce bir toplantı yaptık ve yedi vakte göre bir program yapıp uygulamaya koyduk.’ dedi. Yani bakın Gürcistan Patrik’i Mısır’da Müslümanlarda gördüğü bir uygulamadan böyle bir hükme varıyor. Onun için biz Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini bunun için istiyoruz” dedi.
Bu görüşme ve diyalogların, her semavî din mensubunun kendi dinine sarılmasına vesile olacağını gösteriyor. Üstad Hazretleri, bütün dünyada inkâr-ı ulûhiyetin bilhassa Sovyetler ve Çin’in komünist olmasıyla dinsizliğin yaygınlaşması karşısında Müslüman ve Hristiyanların (hem de dini, din için sevenlerin) müşterek gayretleriyle halledilip engelleneceğini söylüyor.