CUMA KARAMAN
Kimdir bu muhacir? Neden ve niçin hicret etmiştir veya ettirilmiştir? Peki göç ettiği yerde onu çok kısa zaman içerisinde büyük bir ilginin odağı ve sevilen bir insan haline getiren şey neydi? İlkinden başlayalım. Doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği coğrafya üç dine, farklı dil ve kültürlere beşiklik yapmış bir beldeydi. Tarihin akışı içinde bu coğrafya insanlığın kadim değerlerinin bir arada barış içerisinde yaşandığı açık bir insanlık müzesini andırıyordu adeta. İnsanlığın ilk beşiğinin sallandığı, din, dil ve kültürlerin harman olduğu, türlü türlü dillerde şarkılar, şiirler kaleme alan aşıklara ve ediplere ilham kaynağı olan ve Firdevs'leri andıran bu coğrafyada doğmanın keyif ve sefasının yanında ezası ve cefası da yok değildi. Dinsel ve ırksal bağnazlıklarla, sınıfsal ayrımcılıklarla mücadele etmenin, gaddar ve zalim yöneticilere, beyler, ağalar ve mirlerin zulümlerine karşı çıkıp direnmenin lüzumu da vardı.
El-Muhacir gençlik yıllarına eriştiğinde tüm bunlarla savaşmanın yanı sıra toplumda hak ve özgürlük duygusunun yaygınlaşması, ilim ve irfan kültürünün yerleşmesi için mücadele etmenin gerektiğini düşünüyordu. Bu düşüncelerini gerçekleştirme konusunda tarihin derinliklerinden kendisine yol gösterecek örnek şahsiyetlerin hayatlarını çok iyi biliyordu. Dertler ve çareleri üzerine düşünen bir insan olmanın kendisine yüklediği sorumluluğu yerine getirmek için zaman fevt etmeden mücadelesine başladı. Yaşayacağı zor ve çetin günlere doğru ilk adımını, hâkim despotik zihniyet sahiplerine karşı çıkmak suretiyle zaten atmıştı.
Manevi rehberlerinden aldığı ilim ve irfan, tarihten aldığı şuur ve idrakle haksızlıkları görmezden gelmeyen, baskılara ise asla boyun eğmeyen mizacı ve cesaretiyle bağnazlık ve yobazlığın dine dair olmadığını anlatmaya, dinin bir baskı ve zulüm aracı değil, tam tersine hak ve hürriyetlerin teminatı olduğunu cümle aleme duyurmaya koyuldu. Ruhbanlığın dinde (İslam) yeri olmadığını haykırıyor, “dünya herkese terakki dünyası olurken bizim için neden tedenni dünyası olsun” diyordu. Fakirliğin kader olmadığını vurguluyor, tembellik ve miskinliğe karşı mücadele ediyordu. “Say”ın (çalışmanın) kıymetine, asrın fen ve felsefesini iyi bilmenin önemine vurgu yapıyordu. Körü körüne takip edilen inanç ve adetlere karşı çıkıyor, zamanın ruhunu kavramanın, bunun için de çok okumanın gerektiği mesajını gece gündüz durmaksızın veriyordu.
Başkalarına salık verdiğini en başta kendisi uyguluyordu. İlim ve bilimin ışığında toplumun düçar olduğu maddi ve manevi hastalıkları teşhis ediyor, sonra da devrin imkânları muvahacesinde bunlarla nasıl mücadele edilebileceğinin örneklerini sergiliyordu. El-Muhacir, bir Müslüman olmasına rağmen tüm insanlığı bir bütün ve kardeş olarak görüyordu. Bu yaklaşımının bir gereği olarak dinlerin evrensel mesajlarının öne çıkarılması ve uygulanması gerektiğini her fırsatta vurguluyordu. Batıl inançların ve köhnemiş geleneklerin neredeyse yok saydığı kadınların hak, hukuk ve özgürlüklerini savunuyor, bu konuda insanlara üzerlerine düşen sorumlulukları hatırlatıyordu.
Bir çeşit Doğu ve Batı senteziyle pozitif ilimlerle dini ilimlerin mezc edilmesi gerektiğinin altını çiziyor, ama işi lafta bırakmıyordu. Bu idealini ete kemiğe büründürmek için devrin Sultanı nezdinde Şark’ta dinle bilimi buluşturacak bir üniversite kurulması için girişimde bulunuyordu. Her iki medeniyete olan engin vukfiyetinin de yardımıyla Doğu ile Batı arasında diyalog köprüleri kurmaya çabalıyordu. Ne devrin şartları ne de kendi hayat serencamesi bu hayallerini gerçekleştirmeye imkan verdi. Doğu ile Batı medeniyetleri arasında bir sentezi biçimlendirmeyi amaçlayan taa 1911’de seslendirdiği bu düşüncelerine, bundan 50 yıl sonra birilerinin varını yoğunu ortaya koyarak sahip çıkacağını belki de bekliyordu. Ektiği nüvenin zamanı geldiğinde bir diriliş bestesine dönüşüp nağmelerinin kıtaları aşarak dünyanın dört bir tarafında susamış kulaklarda çınlayacağını ve tüm insanlığa ışık olacak sevgi meşalelerini harlayacağını belki de görüyordu.
Ne yazık ki, talihsizliğin adeta makus bir kader olduğu bu coğrafyada ne katliamlar eksik kalıyordu ne baskılar ne soykırımlar ne de sürgünler. İnsan olmanın ve insan kalabilmenin ateşten gömlek olduğu devirlerin daha biri bitmeden diğeri başlıyordu. Buna rağmen, manevi rehberlerinden öğrendikleriyle inşa ettiği kişilik ve karakterinin dayattığı sorumluluk duygusuyla işte yine bir el-Muhacir, bir el-Muhacir, bir el-Muhacir, bir el-Muhacir … daha zulme ve baskılara, zalimlere ve despotlara karşı mücadele ediyordu. Çünkü, fakir ve perişan halkın durumu onu derinden yaralıyor, malum gidişatın getireceği felaketler tüylerini ürpertiyordu. Maalesef, tarih el-Muhacir’i yine haklı çıkarıyordu. Tıpkı rehberliğine güvendiği el-Muhacir’in haklı çıkaran Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, akabinde sökün eden anarşi ortamının yol açtığı devasa maddi ve manevi kayıplar gibi.