CUMA KARAMAN- SAMANYOLUHABER.COM
Asırlar boyunca din ve dini değerler hep siyasi emellere, iktidar ve güç çekişmelerine alet edilmiş, dinler, mezhepler ve ırklar arası mücadelenin bir istismar alanı olagelmiştir. Tarihe şöylesine bir baktığımızda dahi dinin nispeten aslına uygun olduğu bazı dönemlere rastlanmakla birlikte çoğunlukla dini hakikatlerin hakikaten hayat bulduğu bir döneme rastlamanın mümkün olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Aynı paralelde görebildiğimiz bir diğer şeyse saydığımız bu unsurların çıkarları çerçevesinde dinin ve dini değerlerin adeta bir hizmetkar gibi kullanıldığı gerçeğidir. Dine, diyanete hizmet iddiasını dillerinden düşürmeyenler esasında dine hizmet yerine dini kendilerine ve menfaatlerine hizmet ettirmişlerdir.
Gelinen noktada ise İslam siyasetçiliğin ve mezhepçiliğin güdümünden kurtarılmadığı müddetçe Allah’ın ve Peygamber’in dini olmaktan ziyade siyaset ve mezhep simsarlarının dini niteliğinde kalacaktır. Oysa yapılması gereken şey bellidir: Risalet imametin önüne geçirilmeli ve Müslümanlar onun bunun ne dediğinden ziyade İslam’ıntemel ilkelerini esas alan bir hayatı yaşamaya gayret etmelidir. Çünkü, imamet risaletin önüne geçtiği günden beridir ki,dinimiz mezhepsel ve siyasi çekişmeler yörüngesine girmiş vepratiği de buna göre şekil almıştır.
Oysaki, bütün ilahi dinler gibi İslam da emperyalizmle, sömürgecilerle, komunizmle mücadele etme gerekçesiyle dahi olsa hakkın ve hukukun dışına çıkmayı meşru görmez. Veya “dinin evrensel değerlerini hakim kılıncaya kadar bunları yapmak zorundayız” mazereti arkasına saklanarak dinin gayri meşru kıldığı yöntem ve insanlık dışı eylemleri icra etmek ne dinle ne de insanlıkla telif edilebilir. Buna rağmen, ortalık bu tür gerekçelendirmelerden ve bu tarz fiillerden geçilmiyor. Bu yüzdendir ki, büyük bir transformasyona ihtiyaç duyan İslam coğrafyasında her şeyden önce gerek kültürel ve hukukî gerekse sosyo-politik anlamda çok köklü bir zihniyet değişimi icap ediyor.
İşin garibi bu ihtiyaç asırlardır orta yerde duruyor, zaman değişiyor, nesiller değişiyor ama bu zihiyet değişimi bir türlü gerçekleşmiyor. Hatırlanacağı gibi Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de bundan 110 yıl önce, yani 1911 yılında, aynı ihtiyaca binaen Şam Emevi Camii’nde irat ettiği tarihi hutbede, kendisini dinleyen on bini aşkın cemaatin ve yüzü aşkın alimin şahsında İslam alemine Batı ilerlerken İslam aleminin neden geri kaldığını sorar. Aynı hutbede bir ileri görüşlülük örneği sergileyerek dünyanın bir karye (köy) haline geldiğini de söyler ve küreselleşmenin getirdiği sorunlara dikkatleri çekerek çeşitli ikazlarda bulunur.
Üstad gibi isimlerin ikazlarına rağmen maalesef değişen çok bir şey olmaz. İnsanlar meseleleri farklı bakış açılarından tahlil ve analiz etmek yerine onları geçmişin tortusuyla iyice ağırlaşmış geleneksel yaklaşımlarla veya siyasal, mezhepsel grup aidiyetleri üzerinden anlamayı tercihe devam ediyor. Halbuki bizi geçmişte doğru hedefe götürmediği aşikâr olan bu arkaik yaklaşımın bugün de hedefe taşıması düşünülemez. Halbuki insanlığın günümüzde ulaştığı gelişmişlik düzeyini görmezden gelerek atılacak her adımdan Müslümanlar fayda değil, zarar görüyor. Öte yandan, bu yakıcı sorunu falanca ya da filanca mezhebe mal etmenin de manası yok. Sorun topyekün tüm Müslümanların sorunu.
Bu sorunu çözme yolunda atılacak en önemi adım hiç şüphesiz ki böyle bir sorunun varlığını kabul etmektir. Savunmacı, yeni ve farklı olan fikirlere karşı ayak diretici yaklaşımlardan ise kendini tatminden öte bir sonuç çıkmaz.Maddi (bilimsel) ve manevi (ahlaki) bir değer üretmekten aciz kesimlerin atalarının yarı gerçek yarı mit başarılarına sığınarak hamaset destanlarıyla coşmalarının günümüz gerçekliği nezdinde hiçbir anlamı ve karşılığı bulunmamaktadır. Bu boş lakırdıları bir kenara bırakıp yeni bir ruh inşasına girişmeye duyulan ihtiyaç ise aşikâr. Bu ruhun olmazsa olmazı, tabii ki, özeleştiri dahil eleştirel düşünceyi esas almaktır. Yapılan her eleştiriye karşı kitleler halinde hınçla harekete geçip hemen savunmacılığa soyunmak değildir.
Kaldı ki tarihin bir noktasında donmuş dayatmacı inanç ve fikirlerle gidilebilecek bir yol kalmamıştır. Dünyayla iletişim kur(a)mayan, başkalarıyla empati yap(a)mayan, eleştiri veya özeleştiriyi varoluşsal temellerine yapılmış bir saldırı gibi görüp şiddetle reddeden bir zihniyetle ne İslam ne de insanlığın temsili mümkün olabilir. Ne vicdanını ne izanını devre dışı bırakmamış, düşünce ve değerlendirmelerini iman ekseninde yapanların bu fasit daireden çıkışta anahtar niteliğinde olduğunu kabul etmek gerekir. Aksi durumda, yani fikren ve zihnen azad olmamış, ruhen köleleşmiş olanlardan gelebilecek bir umut ışığı beklemek nafile.