Diyanet'in Gülen raporunun 22 maddede analizi

Diyanet İşleri’nin Başkanı (DİB) Mehmet Görmez’in görevden ayrılmadan önce apar topar açıkladığı Fethullah Gülen raporuna kuvvetli itirazlar gelmeye devam ediyor. Bu açıdan ilmi bir heyet tarafından hazırlanan, “Diyanet raporundaki yanlışlar ve raporun usûl açısından analizi” başlıklı yazı fgulen.com adresinde yayımlandı. Raporun usül açısıdan değerlendirmesi 22 başlıkta yapıldı.

SHABER3.COM

Yazının sonuç kısmında ise şu konulara dikkat çekildi.

Yapılan çalışmadan aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır;

1. İlmî araştırmalarda ele alınan konular olumlu-olumsuz bütün yönleriyle değerlendirilir ve ispat yöntemiyle bir neticeye ulaşılır. Şahsi fikir ve yorumlar, belli bir mantık örgüsü ve tutarlılık içerisinde sunulur. Keyfi yorumlara gidilmez, sloganik dil kullanılmaz, nefret, öfke ve haset ifade eden kelimelerden uzak durulur ve konu olabildiğince objektif olarak incelenir. En son ulaşılan netice ise eğer vahiy veya aklın kesin olarak ortaya koyduğu bir mesele değilse şahsi bir yorum olarak sunulur, konuyla alâkalı en son hüküm buymuş gibi bir kanaat belirtilmez.

DİB tarafından Hizmet hareketi ve Hocaefendi hakkında hazırlanan ve ilmî olduğu iddia edilen rapora bu ilkeler çerçevesinde bakıldığında, pek çok illetle malul bir metin kurgusunun yapıldığı görülür. Erbabınca ele alındığında bu raporun ilmî olduğu kesinlikle savunulamaz. Zira yukarıda belirtilen keyfi yorum, sloganik dil, nefret söylemleri, parçacı yaklaşım, ifadeleri konu bütünlüğünden kopararak alma, önyargı gibi özelliklerin tamamı raporda kendini açıkça göstermektedir.

Bu durum göstermektedir ki DİB, bu araştırmayı ilmî kimliğiyle yapmamış, DİB eski başkanı Mehmet Görmez’in de ifade ettiği gibi cumhurbaşkanının emriyle, yani siyasi iradenin güdümünde ve tamamen şartlı olarak yapmıştır.

2. Dini mevzularda konuşup-yazacak insanların ilmî yeterliliklerinin yanında çok dikkatli ve hakkaniyetli olmaları gerekir. Raporun hazırlanmasını deruhte eden kimselerin yeterlilikleri hakkında yukarıda anlatılanlar yeterince bilgi vermektedir. Yaptıkları yorum ve değerlendirmeler onların gerekli yeterliliğe sahip olmadıklarını açıkça göstermektedir. İlmî yetersizliklerinin yanında dikkat ve hakkaniyet konusunda da ciddi eksikleri olduğu açıktır.

3. Din adamlarının siyasetin güdümüne girmesinin hem dinî ve uhrevî hem de ahlaki ve toplumsal açıdan birçok zararı vardır. Siyasi erkin irade ve güdümüne girerek üretilen resmi ve politik din söylemi, tarih boyunca dindarlık hayatına zarar vermiştir. Çünkü böyle bürokratik bir kurumun temel açmazı, dini gerçekleri bağımsız ve korkusuz bir şekilde açıklayamama, siyasi iradenin görüşüne aykırı görüş belirtememe gibi dinin ruhuyla bağdaşmayan ‘güdümlü bir dini yorumun’ dışına çıkamamasındadır. Dolayısıyla bu durum, hem halkın din konusunda yanlış bilgilendirilmesini hem de güdümlü bir dindarlığın toplumda yaygınlaşmasını sağlayarak sahte bir dindarlık üretmektedir. Bu da nihayet dinin de dindarlığın da yozlaşmasına yol açmaktadır. Ahiret açısından zararı ise Âl-i İmrân suresi 71. ayetinin hükmü altına girmektir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey ehl-i kitap! Neden hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” Evet resmi din anlayışı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de islam dünyasının din-devlet-toplum ilişkilerinin açmazlarından birisidir. Dini kurumlar gerektiği gibi bağımsız davranmamakla bu ilişkilerin daha da yozlaşmasına meşruiyet sağlamaktadır.

FGULEN.COM ADRESİNDE YAYIMLANAN YAZININ TAMAMI

GİRİŞ

Diyanet İşleri Başkanlığı 4 Ağustos 2016 tarihinde ‘FETÖ/PDY’ [1] gündemiyle olağanüstü bir din şûrası düzenledi. Şûranın sonucunda, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında bir rapor hazırlanmasına karar verildi. Bu rapor güya ilmî bir çalışma niteliğinde ve halkı, zararlı dini akımlara karşı uyarır nitelikte olacaktı. Gerçekte ise hizmetin fırak-ı dâlleden (sapık fırkalar) olduğuyla ilgili çoktan verilmiş olan bir kararın dayanaklarını üretmeye yönelikti. Daha sonra hazırlanan bu ön çalışma 11-14 Ekim 2016 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen 9. Avrasya İslam Şûrası’nda ele alınıp üzerinde duruldu. Normalde bir ay sonra yapılması düşünülen şûra, alınacak kararları ‘İslam Konferansı Örgütü’ toplantısına yetiştirmek ve oradakilere bu kararları, ulemanın genel kabulüymüş gibi lanse edebilmek için bir ay önceye alındı.

Hazırlanan bu ön çalışma bir taraftan katılımcılara sunulurken diğer taraftan ise ilmî bir heyet tarafından daha kapsamlı bir çalışmanın yapılacağı ifade edilmiş ve bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu yetkili kılınmıştı. Kurulun yapısı şu şekilde oluşmaktadır; Kurul Başkanı Dr. Ekrem Keleş (İslam Hukuku); Kurul Başkan Vekili Doç. Dr. Cenksu Üçer (Dinler Tarihi); Sekreteri Kenan Oral (Hadis); Üyeleri; Zeki Sayar (Fıkıh), Mehmet Kapukaya (Fıkıh), Rıfat Oral(Fıkıh), Dr. Muhlis Akar (İslam İktisadı), Prof. Dr. Ahmet Yaman (İslam Hukuku), Prof. Dr. Bünyamin Erul (Hadis), Prof. Dr. Zekeriya Güler (Hadis), Prof. Dr. H. İbrahim Karslı (Tefsir), Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz (Dinler Tarihi), Prof. Dr. Mehmet Ünal (Tefsir), Prof. Dr. Mürteza Bedir (İslam Hukuku), Prof. Dr. Kaşif Hamdi Okur (Fıkıh), Prof. Dr. Çağfer Karadaş (Kelam)

Yukarıda verilen bilgilerden de görülebileceği gibi raporu hazırlamakla yetkilendirilen kurul, dini alanda bu akademik unvanları kazanmaya yetecek çalışmalara imza atmış kişilerden oluşmaktadır. Ne var ki böyle bir kurulun hazırlayıp altına imza attıkları bu rapor -ilmî kriterler açısından- tam bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Hayal kırıklığı tabirini belki peşin hüküm olarak algılayabilirsiniz ama sabredip bu metni sonuna kadar okursanız siz daha fazlasını söyleyeceksiniz.

Hayal kırıklığına sebep olmuştur zira;

Aşağıda da belirtileceği gibi rapor, kesinlikle ilmî kriterlere uygun değildir. En basit bir master çalışmasında bile uyulması gereken kriterler ne yazık ki birçok master öğrencisine danışmanlık yapmış olan hocalar tarafından gözardı edilmiştir.

Bir sene boyunca üzerinde çalışıldığı söylenen raporda 80 kitabın incelendiği ve 670 saat dinleme yapıldığı ifade edilmiştir. Hocaefendinin görüşlerini ifade eden yaklaşık 25.000 sayfa kitap okunmuş ve 40.000 dakikalık dinleme yapılmıştır. Tenkidi yapılan metinlerin toplamı 20 sayfayı, dinlemelerin toplamı ise 60 dakikayı ancak bulmaktadır. Bu kadar uzun okuma ve dinlemelerden sonra tenkit adına sadece bu kadar yerin tespit edilebilmesi ve bunlar üzerinden genellemelere gidilmesi ilmî bir çalışmaya uygun değildir.

Yer alan örneklerin neredeyse tamamı rüya, yakaza, keramet, cinler, melekler gibi manevi-metafizik âleme ait konular olduğu için ispatı imkânsız, sübjektif yorum ve tecrübelerden oluşmaktadır. Yoruma açık bu ifadelerden hareketle sözün sahibi hakkında kesin hükümlere varmaya çalışılmıştır.

Bu kadar materyal incelendikten sonra -ilmî araştırmanın gereği olarak- tenkit edilen kişinin olumlu yönlerinin de söylenmesi gerekirdi. Yukarıda akademik unvanlarını belirttiğimiz kişilerden -akademik objektiflik adına- böyle bir tavır göremiyoruz. Bu durum konuya başından itibaren önyargıyla yaklaşıldığına işaret etmektedir.

Tenkide tabi tutulan metin ve konuşmaların pek çoğu 30-40 yıl öncesine aittir. Burada gözden kaçırılan husus, 30-40 yıl önce yazılan ve konuşulan şeylerin o dönemin muhataplarının kültür, anlayış ve ilim seviyesine göre olacağı hakikatidir. Zaman ve muhataplar zikredilmeden bugün yapılmış gibi değerlendirilip üzerine hükümler bina edilmiştir. Akademik objektifliğin gereği yerine getirilmemiş; onun fikirlerine, bütüncül bir bakışla, dünü ve bugünüyle birlikte bakılmamış, konuşma ve yazılarının yeri, zamanı ve muhataplarının durumu da dikkate alınmamıştır. ‘İhtilâfu’l-Kur’an’ ve ‘Muhtelifü’l-Hadis’ gibi dersleri okutan insanların bunu bilmemesi düşünülemez.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yıllar önce söylediği ve yazdığı şeylere ulaşılmış fakat halen hayatta olmasına rağmen kendisine ulaşma gereği görülmemiştir. İlim ahlâkı gereği hakkında rapor hazırlanan kişinin kendisine da bazı soruların yöneltilmesi gerekmez miydi? Oysa ne hazırlık aşamasında ne de rapor ortaya konulduktan sonra kendisine müracaat edilmemiş, cevap verme hakkı gözardı edilmiştir.

Raporun içerisinde tek tek cevap isteyen iddialar çok olsa da biz raporun bilhassa usül açısından ele alınmasının daha önemli olduğuna inanıyoruz. Bu sebeple raporu başlıklar halinde hem usül açısından tenkit edecek hem de bazı iddialara bu çerçevede cevaplar vereceğiz.

Aslında genel itibariyle böyle bir raporun ne usülü ne de füru’u açısından cevabı hak etmediğini düşünüyoruz. Ne var ki yer alan tutarsız iddiaların topluma mal edilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu iddialar her ne kadar hakikatte müspet bir karşılık bulamasa da tarihe bir kara leke olarak not edildi. Biz de elinizdeki bu çalışma ile rapordaki usülsüzlük, ilmî verilerden yoksunluk, şartlanmışlık ve önyargıları tarihe mal etmek için böyle bir gayret içerisine girdik.

RAPORUN USÜL AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Diyanetin, Hizmet hareketine yönelik hazırlamış olduğu raporun mahiyetini anlayabilmek için öncelikle raporun hazırlanmasında nasıl bir usulün takip edildiğinin bilinmesi gerekirdi. Bu sebeple rapor üzerinde müzakerelerde bulunuldu ve şu neticelere ulaşıldı:

1. Rapor İlmî Bir Çalışma Olmaktan Uzaktır

Raporun ilmi bir kıymeti haiz olmadığı gibi, halkı şüpheye düşürücü bir maksat gözetildiği tespit edilmiştir. Konuyla ilgili-ilgisiz ayet ve hadisleri alt alta sıralanmış, uzun bir bibliyografya verilerek şekil şartlarını yerine getirilerek ilmi bir görüntü verilmeye çalışılmıştır. Ne var ki aşağıda zikredilen sebeplerden dolayı bu rapor ilmi bir çalışma olarak kabul edilemez. Çünkü:

a. Tahminde Bulunulmuş, Sübjektif Yorumlara Başvurulmuş ve Asılsız Tevillere Gidilmiştir.

Rapor ilmi usullerle bir hakikati ortaya çıkarmak için değil, belli kişilerce dile getirilen şeyleri Din İşleri Yüksek Kurulu’nun itibarından yararlanıp, bir kere de kaynakları kullanarak isnat etmek için hazırlanmıştır. Belli isnatları destekleyebilmek için sübjektif birtakım yorum ve tahminlerde bulunulmuş ve asılsız tevillere girilmiştir. İlmin ve ilim adamı olmanın ciddiyeti bunları kaldıramaz.

İslam tarihine baktığımızda zaman âlimlerin birbiriyle ilmî münakaşa ve münazaralarda bulunduğuna şahit oluruz. Bu münakaşa ve münazaralar bazen karşılıklı yazılan risaleler şeklinde bazen de ulema meclisinde yüz yüze gerçekleşmiştir. İslami ilim geleneğinde bir fikre nasıl itiraz edileceği veya bir fikrin nasıl savunulacağı bellidir. Bu konuyla ilgili onlarca kitap yazılmış ve bu gelenek yüzlerce yıl devam ettirilmiştir. Ne var ki Diyanet, hazırlamış olduğu raporla bu geleneği alt-üst etmiş, kendi hazırladığı kaynaklara da ters düşmüştür. Mesela Diyanet’in hazırlamış olduğu ansiklopedide ilmî münazara adabı şöyle anlatılır:

“Münâzara literatüründe üzerinde durulan konulardan biri de münâzara âdâbıdır; bununla ilgili olarak bazı ilkeler belirlenmiştir. 1. Tartışırken sözü aşırı derece uzatmamalı, ancak amacın anlaşılmasına engel olacak şekilde kısa da tutmamalıdır. 2. Yan konulara girilmemeli ve hedef saptırılmamalıdır. 3. Tartışma esnasında gülme, hiddetlenme gibi olumsuz tavırlar gösterilmemelidir. 4. Muhataba konuşma fırsatı tanınmalıdır. 5. Münâzara kurallarını ve âdâbını bilmeyen, ayrıca alay eden ve böbürlenen kimselerle tartışmaya girişilmemelidir. 6. Muhataba karşı nazik ve saygılı bir tavır takınılmalıdır. 7. Muhatabın, gerçeği ortaya çıkarmasına engel olunmamalıdır.” (DİB, İslam Ansiklopedisi, Münazara md.)

Raporda, yukarıda sayılan adabın bir tanesine bile dikkat edilmediği çok açıktır. Çalışmada asıl amacın hakikati ortaya çıkarmak ve halka dini bilgilerin doğrusunu göstermek değil, tam tersine hakkında hüküm verilen bir zümreyi karalamak olduğu açıkça görülmektedir. Münazara adab ve ahlâkına uymayan, sübjektif, karalayıcı, alaya alıcı, asılsız tevil ve yorumlarla dolu onlarca örnek vardır. Biz, misal olması açısından bunlardan bir tanesini vermekle yetineceğiz.

Örnek

Bu örnekte Hocaefendi, Bediüzzaman’a ait bir kaide üzerinden tevazuyu anlatmaktadır. Kaide şudur: “Tevazu yapayım derken Allah’ın vermiş olduğu nimetler görmezlikten gelinemez. Aksi takdirde bu, nimete karşı nankörlük sayılır.” Hocaefendi bu kaideyi, herhangi bir şahıs belirtmeksizin yorumlamakta ve şöyle demektedir:

“Tevazu ve Kibir

İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, bunlarla diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir. Böylesi insanlar, her ne kadar akıllı görünseler de, ben onların psikolojik bir hastalık içinde olduklarına inanıyor ve mutlaka tedavi olmaları gerektiğini düşünüyorum. İnsan, tevazu ile kibri birbirine karıştırmamalı ve her birini yerli yerine kullanmalıdır. Ancak, bunun tam gerçekleşebilmesi için, –Risale-i Nur’un yaklaşımıyla– insanın her şeyden önce kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekir. Aksi hâlde insanın, tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zordur.

Yeri gelmişken tevazu adına bir hususa işaret etmek istiyorum. Halk arasında umumi kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler?” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde onları tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir (nimete karşı sagısızlık). Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için o insanın, kendisini seçen Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi? Hâsılı, tevazu kavramının da yerli yerine oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.” (Gu¨len, Fasıldan Fasıla 4, Nil Yayınları, İzmir 2009, s. 108)

Diyanet ise hem bir niyet okuması yaparak hem de ö nyargılı yaklaşarak bu ifadeyi şöyle yorumlamıştır:

“Alıntıda şu hususlar açıkça gözükmektedir: 1. Allah’tan gelen ışınla Yüce Allah’ın gönderdiği vahiy, ilham veya keşif gibi bilgiler kastedilmektedir 2. Gülen, bu bilgilerin kendisine geldiği kişidir 3. Gülen, bu bilgileri almak ve dağıtmak gibi yüce ve kutsal iş için seçilmiş kişidir.”

Hocaefendinin ifadelerini bir bütün olarak okuduğumuzda onun burada tevazuyu anlattığı ve azamet ve kibir gibi özelliklerin insan ruhundaki bir boşluğa işaret ettiği sonucunu çıkartırız. Ayrıca tevazu gösterme adına, Allah’ın insana verdiği birtakım nimetleri görmezlikten gelmenin de yanlışlığını anlarız. Bugüne kadar yüz binlerce kişi bu sohbetleri dinlemiş ve böyle anlamıştır. Diyanetin çıkardığı sonuçların metinle bağdaştırılması mümkün değildir ve art niyetlidir. Diyanet böyle sonuçlar çıkarmak için hangi ilmi usulleri kullandığını mutlaka açıklamalıdır.

<< Önceki Haber Diyanet'in Gülen raporunun 22 maddede analizi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER