KEMAL GÜLEN
Yaşam hakkı kutsaldır, kimse kimsenin bu hakkını haksız yere gasp edemez. İşkence insanlık suçudur ve zaman aşımı olmayan suçtur. Devletin dini adalettir ve devlet bütün vatandaşlarına eşit yakınlıktadır. Hiç kimse bir başkasının suçundan dolayı cezalandırılamaz, adalet mülkün temelidir, insanı yaşat ki devlet yaşasın. Devlet değerlidir ama kutsal değildir, devlete muhalefet suç değildir, iktidara muhalefet hiç suç değildir. Bunlar yüzlerce yıllık devlet tecrübesinin kısa özeti. Ancak bu kadarcık özetten bile haberi olmayanlar var.
Duydum ki Toronto’da insan hakları ihlalleriyle ilgili önemli bir toplantı yapılacakmış ve 20 katılımcı dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan soykırım ve insan hakları ihlallerini örnekleriyle anlatacaklarmış. Yani acı sadece bizim acımız değilmiş.
Elon Musk’ın Mars’a mahalle kurmak için harekete geçtiği, yapay zekâ ile neredeyse insanların birebir taklit edildiği, laboratuvarlarda organ benzeri yapay ürünlerin üretildiği günlerde milyonlarca insan, değil kendilerini geliştirmek, medeniyetten istifade etmek ve hayatta kalabilmek için çok ciddi sınav veriyorlarmış. Yani dünyanın yarısı Hanya’da diğer yarısı Konya’daymış. Kimileri tacına sorguç ararken kimileri de can derdinde, bir dilim ekmek peşinde. Ne büyük bir çatışma ve ne büyük çelişki.
Bir meslektaşımla beraber karlı bir Ottawa sabahında, gün daha sırtımızı ısıtmadan yola çıktık. Arabadaki sohbet bir eski günlerden bir gelecektendi. Beş saatlik yolda aradığımız ama bulamadığımız ve hasretle andığımız konu, İstanbul-Ankara arasındaki alternatif duraklardı. Yoktu işte; Bolu’lu İsmail Usta yoktu, Berceste yoktu, etçiler, köfteciler veya esnaf lokantaları yoktu. Hemen bütün arkadaşların şikâyeti buydu; nerede duralım, nerede iki bardak çay içelim! Allahtan zincir cafeler çok; birinden çay kahve alıp evden getirdiğimiz pasta börekle yolculuğu tamamladık.
Toronto Üniversitesi’nin kampüsü geniş bir alana yayılmış ama gösterişten uzak mütevazi binalara sahip. Kapısında bizi bekleyen iki genç, güler yüzleriyle bize rehberlik ettiler. Büyükçe bir anfide talebe gibi oturmuş sahnedeki sunumu dikkatle dinleyen katılımcıları rahatsız etmeden kendimize ön sıralardan yer bulup oturduk. Sunumlar İngilizceydi, dolayısıyla benim daha iyi anlamam için yanımdaki dostumun bilgisine ihtiyacım vardı. Sağ olsun, anlık olmasa bile konuşmanın genel atmosferini özetledi. Benim anladığım kadarıyla bile dünyanın bir bölümü hala büyük dehşet içinde yaşıyordu. Devletler, azınlık kabul ettikleri bazı küçük grupları yok etmek veya kendilerine benzetmek için her türlü suçu,şenaati işliyor ve bu suçlarını dünyadan gizliyorlardı. Birkaç insan hakkı savunucusu ve aktivist olmasa bunlardan hiç haberimiz olmayacaktı.
NJW ve Toronto üniversitesi ile iş birliği halinde gerçekleştirilen insan hakları konferansı üç gün sürdü ve yaklaşık 20 konuşmacı can alıcı sunum yaptılar. Aralarında akademisyen, siyasetçi, hukukçu ve aktivistlerin de bulunduğu konferansta dünyanın farklı ülkelerinde yaşanan ihlaller masaya yatırıldı. Türkiye, İran, Yemen, Etyopya ve Filistin’de dünyanın gözü önünde yaşanan insan hakları ihlalleri genel hatları ile anlatıldı.
İnsan hakları savunucusu Derakhshan Qurban-Ali, Afganistan’da Taliban, IŞİD ve diğer örgütlerin Hazara azınlığa yönelik artan mezhepçi ve terörist saldırılarından duyduğu kaygıyı dile getirdi. Hazaralar Afganistan’ın yaklaşık yüzde onunu oluşturan ve içlerinde Şii, Sünni ve Hristiyanların bulunduğu bir azınlık grup. “Afganistan'da Taliban'ın masum Hazara halkını katletmeye başladığına dair kanıtlar mevcut, en son Malistan ve Gazne'den ölüm haberleri geliyor. Binlerce Hazara, son 20 yılda aldıkları eğitim ve toplumsal kalkınmaya katkıları sebebiyle, Taliban tarafından öldürülme korkusuyla saklanıyor. Hazara, Taliban'ın 1990'ların sonlarında en son iktidarda olduğu dönemde şiddet ve vahşi katliamlarla karşı karşıya kaldı; bu durum, birçok kişinin mülteci olarak komşu İran ve Pakistan'a kaçmasına yol açtı. Bunun adı "Hazara Soykırımı"ydı.
Etiyopya’daki soykırımı ve hak ihlalleri anlatan Millete Birhanemaskel kendi ailesinin başına gelenleri anlatırken gözyaşlarını tutamadı. Etiyopya’nın 11 yönetim bölgesinden biri olan Tigray bölgesinde yaklaşık bir buçuk milyon insan yaşıyor. Tigray’ların toplam nüfusunun 6 milyon olduğu tahmin ediliyor. Etiyopya’da da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi milli birlik ve beraberliğe kastettiği iddia edilen bir silahlı örgüt var; ayrılıkçı “Tigray Halk Kurtuluş Cephesi” (TPLF). Hükümet bölgede yaşayan bütün Tigray halkını bu örgütün doğal üyesi görüyor ve “en iyi Tigray ölü Tigray’dır” mantığı ile devamlı sivil halka zulmediyor ve insanları öldürüyor. Şimdilerde Tigray’ların yaşadığı bölgelerde ciddi kıtlık tehlikesi de var ve hiçbir yardım alamıyorlar. Ne yazık ki Tigraylar, Etiyopya ve komşu Eritre’nin kapanında yaşam mücadelesi veriyor.
Gazeteci-yazar Abdurrahman Matar Suriye’yi anlattı; Suriye bildiğimiz gibi; hak ihlallerinde sınır tanımıyor. Hukukçu, eski hâkim Asoo Kadir ise Irak’tan örnekler verdi. İran asıllı akademisyen Ferhad Rezai ise İran etkisiyle özellikle Orta Doğudaki Hristiyan vatandaşların nasıl ülkelerinden sürüldüklerini anlattı. Yüzyılın başında Ortadoğu’nun yüzde 20’si Hristiyan iken bugün sadece yüzde 3’ü kendine yaşam alana bulmuş. Aşırı dinci ve milliyetçi akımlar insanları binlerce yıldır yaşadıkları alandan koparıp göçe zorlamış. Bir kısmı da ölmüş veya öldürülmüş.
Konuşmacılar Bangladeş’ten, Sudan’dan Ukrayna’dan, Doğu Türkistan’dan, Latin Amerika’dan, Filistin’den ve Kürtlerden örnek verdiler. Amnesty International’in eski genel sekreteri ve daha niceleri kısa ve etkili sunumlarında bir konunun altını çizdiler. Her ülkenin Kürtleri varmış meğer. İktidarlar kendilerini ayakta tutacak bir “umacıya” hep ihtiyaç duyarlarmış; şanssız azınlıklar, şanslı azınlıkların kendilerine biçtikleri rolü oynarmış. Zengin ve güçlü ülkeler de insan haklarını savunur gibi görünseler de aslında herkes kendi gemisini yüzdürmenin derdindeymiş. Mesela, Filistin’de mezalim devam ederken, en güçlü savunucusu Türkiye’de iktidara yakın isimlerin gemileri İsrail ile olan milyonlarca dolarlık ticaretlerine hiç ara vermemişler. Ayrıca, hak ihlali ile suçlanan birçok ülkede Türkiye’nin ürettiği dronlar ve silahlar kullanılıyormuş.
Bütün bu mezalimlerin arasına son dönemde Hizmet hareketine yapılan zulümler de eklendi. Soykırım denecek seviyede işkence ve yok oluşla karşı karşıya kaldı Hizmet. Dr.Davut Akça da ikinci gün enine boyuna bu konuyu anlattı. Milyonlarca insan öldürülmedi ama hayatta kalmalarına da izin verilmedi. Eğer idam cezası olsaydı yüzlerce insanı öldürmekten tereddüt etmeyecek bir ilkel düşünce Türkiye’ye hakim oldu. Ancak hizmet hareketi bütün bu baskılara ve tahriklere rağmen hukuktan ayrılmadı, suça bulaşmadı ve hukuk zemininde mücadelesine devam ediyor.
İlk günün sonunda bir çay molasında Dr.Davut Bey, dünya çapında yaşanan bu tenkil hadiselerini dinleyince adeta kendinden geçmiş bir halde “ben yarın Hizmet’ in başına gelenleri nasıl anlatacağım” deyince “haklısın galiba, bu kadar şenaat ve mezalim içinde Hizmet’in karşılaştığı sıkıntılar ve zorluklar aşılmayacak gibi değil, kendimizi dev aynasında görmeyelim, başkalarının acısını derinden duyalım ki bizim acılarımızı dinleyecek insanlar bulalım.” diye cevap verdim.
Evet, Hizmet Hareketi mezalim yaşayan, mağduriyet yaşayan, ölümle burun buruna kalan ne ilk grup ne de son olacak. Yüzlerce yıldır devam edegelen Habil-Kabil kavgası bu galiba. Firavun, Nemrut ve Karun karakterleri var oldukça, Mehmet Akif’in dediği gibi Ebu Cehil’ler ölmeyecek Ebu Leheb’ler kıtalar dolaşacak. Konferans bize önce bu hakikati hatırlattı; dilimize 90 yıllarda bir cami kürsüsünde gözyaşları içinde, feryat figan ağlayarak insanlığın karşı karşıya kaldığı zulümleri anlatan hatibin cümlesi takıldı “dünyada yangın var, tulumbanı al yetiş dünyada yangın var.” İşte konferans sonra da tulumbacılara seslendi, “dünya yanıyor, tulumbanı al yangını söndürmeye koş.” Keşke salonda tek bir sandalye bile boş kalmasaydı.