Durum bu merkezde olunca arkadaşımız H.
Salih Zengin bu kez
ülkemizin
soğuklarından kaçıp, Uzakdoğu’nun
Müslüman ülkesi
Malezya’ya sefer eyledi. Bu sıcak ülkeyi kendine özgü üslubuyla irdeleyip gözlemlerde bulunan arkadaşımız, Malayların çok gevşek olduğunu belirterek bundan rahatsızlık duyduğunu dile getirmekten de geri durmuyor.
Dünyanın en yüksek tek yumurta
ikiz kulelelerine sahip ülkede bir kamusal alan boşluğunun olduğundan y
akınan arkadaşımız başörtülü polis,
devlet memuru, öğrenci çokluğuna bakarak hiç kimsenin rejim
tehlikesi ve
laiklik kavgası yapmamasına da bozulmuş. Ortamın
Türkiye’nin gergin atmosferine alışmış bünyeleri rahatsız ettiğinden dem vuran Zengin, bu zengin
tartışma kaynaklarını kullanamayan Malay medyasını da tembellikle suçluyor. Hâsılı kelâm olayı Veni Vidi Vici’ye yani geldim, gördüm, yendim’e dayandıran arkadaşımız \"Lakin sonuncu eylemden emin değilim... Bana sorarsanız bizim ülke gibisi yok!\" diyor.
Ne zaman içimizden biri yurtdışına gidip gelse, ‘Valla bizim ülke gibisi yok’ deyip eleğini asıyor. Eğer ülkemizle övünüp üzerine cila çekme niyetindeyseniz elin ülkesinde o kadar para harcamanıza gerek yok. Siz paraları bana verin, ben istediğiniz cümlecikleri, üzerine
yemin billah çekerek söyler, ülkemizin yıllardır harekete geçiremediğiniz turizm potansiyelini patlatırım. Bu yakınmadaki art niyet, ülkemizin güzelliğinden çok, yurtdışına çıktığınızı ima edip hava atmaksa başka. Ona sözüm olamaz. Hakkınız var.
Bizim yaban ellerine sefer edişimiz de bu sözü okkalı bir biçimde, yedi alem dört iklime duyurma cihetiyle gelişti. ‘Ayvası yok, narı yok, gören Şah Budak’ın bağı var’ tarzındaki atasözünü haklı çıkarmak da işin bonusu. Lakin durumun, aç karnına ima edince bir de yan etkisi var. İşin ucunda, taşradan çıkıp alemin kaç
bucak olduğunu gören Aşık Dadaloğlu sazının tellerine vurup “Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş / Ben dünyayi Al’Osman’ın sanırdım / Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş” diye söylendiği hallere düşmek var.
Havalar memlekette iyice soğuyup,
Balkanlar üzerimize üzerimize gelmeye başlayınca hacı leyleklere döndüm, sıcak ellere göç ettim. Marşa bastım. Gözümü Ekvator çizgisinin yirmi dönüm uzağındaki Malezya’da açtım. Nasıl sıcak, nasıl ter! Üstelik kış mevsiminde olmamıza rağmen. “Gözünü seveyim ülkemin, kurdu var kuşu var, terler isen kışı var” cümlesini ilk o zaman sarf ettim. Sonraki gelişmeler bu sözümü haklı çıkarmaktan başka işe yaramadı.
Asya Kaplanı’nı göremedim yaldızlı çantaya akıl erdiremedim
M alezya’nın sıcak ülke olduğu Malayların gevşek tabiatından şıp diye anlaşılıyor. Hepsi güneşin alnında kalmış
Tarsus muzuna benziyor. Mayışmış halde sağa sola gülücük dağıtıyorlar. Adamlar lime lime erimiş, salınıp duruyorlar ortalıkta. Ellerinde bir de bizimkisi gibi kahvehane kültürü olsa bir tanesine iş yaptıramazsın, akşama kadar tavlaya, okeye, ellibire sardırırlar. Haliyle kimsenin derin devletmiş, laiklikmiş gibi seküler kavgalar yaptığı yok. Müslümanların yönetimde olduğu ülkede kimsenin ‘Laiklik elden gidiyor’ diye bağırıp çağırmaması bile Türkiye’nin gergin atmosferine alışmış bünyeleri rahatsız eder. Her devlet dairesinde ve resmi görevde başörtülülerin yoğun olarak çalışması, açılacak fabrikalarda
mescit zorunluluğu olması gibi hususlar bizde ne tartışma konusu olurdu düşünsenize. Üstelik sahneye çıkan şarkıcıları
besmele çekerek başlıyorlar şarkılarına... Ellerinde malzeme çok ama bizim medya guruları gibi kullanmasını beceremiyorlar.
Neyse ki Malay kadınları, erkeklere biraz kök söktürüyor da iş görüyorlar. Elaleme karşı ‘Asya Kaplanı’ diye nam salan Malay erkekleri, sokakta yürürken yünle oynayan kedi yavrusu gibiler. Yalanım varsa Malay olayım! Size mi inanayım gözlerime mi? En azından 10 erkekten 6’sı eşlerinin çantasını koluna takmış, hanımının yanı sıra yürüyordu.
Kadınların çantasını taşımak centilmenlikten sayılıyor sayılmasına da, görüntü açısından erkekliği mundar ediyor. (Türk kadınları duymasın! Artık her cırtımda Malay erkekleri meydan sazı gibi öne sürülür de sürülür) Ona bakarsanız beygirin yağından da
pilav olur ama yenmez. Kadın, elini sallaya sallaya dolaşsın, erkek yaldızlı çanta taşısın. İyi vallahi...
Onların da tembeli kadar çalışanı da var. Çok çalışanları bizim Karadenizli müteahhitler seviyesine yükselmiş.
Başkent Kuala Lumpur kısa sürede dev binalarla
dolmuş, ama adına bizdeki gibi ‘Mashattan’ deyip, Manhattan’a kur yapmaya gerek görmemişler.
New York kulelerinin 11
Eylül’de çökmesinin ardından dünyanın en büyük
ikiz kuleleri unvanına kavuşan bu tek yumurta ikiz kuleleri için harcanan 37 bin ton çeliğe bakmak için bir sürü insan Malezya’ya akın ediyor. Her birinde 76 asansörün bulunduğu (tek tek saymışlığım var) 101 katlı Petronas Kuleleri KLCC, 451,9 metrelik yüksekliği ile başdöndürücü. Bizim
Sabancı’nın ikizleri bunun yanında biblo gibi kalır. 32 bin penceresi bulunan iki kuleyi de 150 metrelik mesafeden bir
köprü ile bağlamışlar ki diğer binaya geçmek için dolapçı beygiri gibi dönüp durmasınlar. İlla kuleye çıkacağım diyen ziyaretçileri de bu köprüden aşağı baktırıp başlarını döndürüyorlar ki bir daha niza çıkarmasın. Ama bu ikiz kuleler en iyi dünyanın dördüncü en yüksek telekomünikasyon kulesi olan 421 metrelik Menara Kuala’dan izleniyor. Nefis köreltmek isteyenler buradan yemek yiyerek döne döne kuleyi seyredebiliyor.
Yemek demişken...
Bizim ülke gibisi yok, diye şişineceğimiz hadiselerden birisi de yemekler. Sanırsın
yiyecek bir şey bulamamışlar da bizim
Eminönü’ndeki
Mısır Çarşısı’nın içindeki bütün baharatları alıp tencerenin içine katmışlar. Bir
koku ki, ikiz kulelerin tepesine çıksanız peşinizi bırakmıyor. Kokuyu geçtim, bu tada alışacak Türk’ün alnından öperim. Bir de çok matah bir şeymiş gibi her yemeğe katıyorlar. Yerden çıkan
meyve ve sebzeden bile o tat geliyor ki,
Japon’un çiğ balığına hasret kalıyor insan. Malezya’nın Yahudisi (Bu arada ülkeye Yahudilerin girişi
yasak) sayılan Çinlilerin yemekleri ayrı bir alem zaten. Adamlar kendi cüsselerine bile bakmadan, hareket eden ne varsa mideye indiriyorlar. Bir şey bulamasalar insan neslinin soyu tehlikeye gidecek. Dünyanın öbür ucuna tok gittik aç döndük anlayacağınız. Bulduğumuz Arap lokantalarında mutfakta ne var ne yoksa silip süpürdük de gazi olarak dönmeyi başardık.
Çin Pazarı’nda dilimizi bile taklit ediyorlar
Kuala Lumpur’un gezip görülecek çok fazla yeri yok. Bir saat uzaklıktaki yeni yönetimsel başkenti Putra Jaya insanın sinirini altüst edecek kadar düzenli bir şehir. Binalar
modern ancak ortalıkta turistten başka gezinen insana rastlamak zor. Ha o zaman
maymun da işimi görür diyorsanız iki saatlik mesafedeki Batu Caves Tapınağı’na uzanmalısınız. Eğer sizi ırgalarsa Hintlilerin en kutsal yerlerinden birisi olan tapınaktaki dünyanın en uzun Murugan heykeline bakıp, ‘Bu dağda bunun işi ne?’ diye felsefik çıkarımlarda bulunabilirsiniz. İşin içinden çıkamayanlar mağaranın girişindeki piton yılanını boyunlarına dolayabilirler. 300 basamakla kan ter içinde ulaştığınız kutsal mağaradaki turistsever piton, soğuk terler döktürerek rahatlamanızı sağlıyor. Cillop gibi oluyorsunuz. Çünkü burada olmuşu var!
Benim Malay’dan farkım ne, oturduğum yere çökerim diyorsanız en iyisi şehrin arka sokakları. O modern görüntünün arkasında büyük bir karmaşa saklı. Kuala Lumpur’a gelip de her tür taklit ürünün satıldığı Çin Pazarı’na uğramamak olmaz. Pazar,
pazar değil çıfıt çarşısı! İğneyi atsan yere düşmek için izin istemek zorunda kalır. Sıkı pazarlık yapan birisiyseniz söylenen fiyatın % 70 daha ucuzuna taklit bir ürününüz olabiliyor. Çinlilerin nasıl bir tehlike olduğunu ayan beyan görmek mümkün. Tehlike, ürünleri taklit etmeleri ve ucuza satmalarından değil. Tehlike, taklidin adamlarda alışkanlık yapmış olması; her şeyi taklit ediyorlar. Yanınızdakine “Ya gel çantaya bakalım, cüzdan alalım” diye
Türkçe konuştuğunuz an, yandaki ‘çinportacı’ (uydurma bana ait) hemen ‘çanta, cüzdan’ diye bağırıyor. ‘Saatlere bakalım’ deseniz biri atlıyor; ‘Saat, saat!’ Bari dilimizi taklit etme be kardeşim. Yuhh yani…
Ağrıyan dişe, dilimizi değdirmenin anlamı yok. Zira dişiniz ağrırsa yandınız, çünkü Malezya’da
eczane yok. Nöbetçisi bile yok! İlaçları sadece doktorlar cüz’i bir
ücret karşılığında veriyor. Dişiniz ağrıyorsa orada bulunan bir çılgın Türk’ün yanına gidip acı kahvesini içebilirsiniz. Malum, atın dişine, insanın işine bakarlarmış. Adnan Bozdemir isimli Türk diş teknisyeni Malezya’ya tezgah açmış, hem işini hem dişini iyi yapıyor. Diş yapımında kullanılan
metal desteksiz köprüyü alüminyum oksit ile formüllendirerek dünya piyasasına kök söktüren Bozdemir, Turkom-Cera markasıyla dişe diş bir mücadeleyi başlatmış. Hem de taklit değil, orijinal patentle. Tek endişem, bu, büyük projenin de taklit edilmesi. Varsın bir malımız da taklit edilsin, namımız yürüsün. Bir Türk’ün 32 dişe bedel olduğu bilinsin.
Hâsılı kelâm, Veni Vidi Vici olayı... Geldim, gördüm, yendim... Lakin sonuncusundan emin değilim... Bana sorarsanız, “Bizim ülke gibisi yok!”
H. SALİH ZENGİN - Zaman Pazar