Başörtüsü yasağı, binlerce genç kızın eğitimini yarıda bırakmasına sebep olurken binlercesini de farklı bir açıdan mağdur etti. Başını açarak okula gitmek zorunda kalan binlerce genç kız neler yaşadı, nasıl bir ruh haliyle diplomalarını alana kadar hergün o işkenceyi çekti? Başbakan Erdoğan'ın dün üzerine basarak vurguladığı konuşma üzerine birçok kişi, 'sadece okulu yarım bırakanlar mı mağdur oldu' sorusunu sorarken, sizlere gerçeği, -ne hayali, ne de üçüncü kişilerden dinlenmiş bir hayat hikayesini- birebir o yılları, o halde yaşamış bir mağdurenin ağzından anlatmayı uygun buluyoruz. Samanyolu Haber TV Editörü Saime Konak, o yılları yazdı ve sordu: Bir gün mağduriyetleri yarıştırmaktan vazgeçebilecek miyiz?
İşte o yazı...
***
Mağdurları Bölüşmek
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin bahçesi… Bu bahçenin yolu hiç bu kadar uzun olmamıştı. Gördüklerinden, şahit olduklarından belki de en çok o bahçe utandı. Ne ki elinden gelen bir şey yoktu, elinden gelenleri yapmayanlar dururken ona utanmaktan başkası düşmedi.
28 Şubat fırtınası ilk vurduğu nesli daha olgunlaşmamış başaklar halinde kesti savurdu. Rüzgarın en sert vurduğu kesim başörtülü genç kızlardı. Onlara, aynı şartlarda yarışıp aynı şartlarda üniversiteyi kazandıkları arkadaşları okullarına girerken kapılardan dönmek düştü. O kederli yüzlerin her biri bir fotoğraf gibi durur hala zihnimde… Bu ülke, o çocukların hakkını hiç ödeyemeyecek…
Tamamen kazanılmış bir haktı gasp edilen… Ve o gaspçılar masum genç kızları “kırk katır mı kırk satır mı” diye özetlenebilecek bir tercihin yol ayrımında bıraktı. Ya eğitimlerini yarıda bırakacaklardı, ya da onları “giremezsin” diyerek yüz geri edenlere inat okuyup mezun olacaklardı. Bazıları mücadele etmeyi denedi; eylemler, imza kampanyaları… Ne ki gözler kör kulaklar sağır olunca, sesler ne kadar gür de çıksa duymak istemeyenler duymadı… Direnenler de nihayetinde aynı yol ayrımında buldular kendilerini: “Ya oku, ya terk et…”
Kimisi perukla, kimisi şapkayla, kimisi başını tamamen açmak zorunda kalarak girdi daha dün başörtülü girebildiği üniversitenin kapısından… Hüzün, vicdanı olana çok şey anlatır lakin vicdanı yoksa karşınızdakinin diyecek söz de bitmiştir… O yüzden, kapılardan bu vicdansızlıkla onun başını eğmeye çalışanlara inat başını dik tutarak, gizlemeye çalıştıkları gözyaşlarını içlerine akıtarak girdiler.
İletişim Fakültesi 2. sınıfta öğrenciydim ben de… O uzun bahçeyi adımladım 3 koca yıl… Bir öncekinden daha kolay olur sandığım her gün bir öncekinden daha zordu. O bahçenin içindeki minicik cami, İstanbul Üniversitesi’nin pek çok fakültesinde okuyan arkadaşlarımın sığındığı liman oldu. Başörtüyle gelip gözlerden uzak bu kuytuda başlarını açtı gencecik kızlar. O cami ne çok şeye şahitlik etti, o caminin lavabosu ne çok gözyaşı gördü.
İlk günü, ilk dersi, ilk tepkileri unutmam mümkün değil. Arkadaşlarım için de zordu, bilemiyorlardı ne tür bir tepkinin benim için durumu kolaylaştıracağını. Görmemiş gibi davrananlar oldu, görüp de “ay ne kadar farklısın” diyerek olayın arka planını yokmuş farz edenler… Üniversite, ideolojilerin körleştirdiği gözlerin kendisine en keskin, başkasına en miyop olduğu yerdir: elbet sevinenler, köşelerden oh çekenler de oldu…
“Gitmek mi, kalmak mı?” sorusunun beynini kemirdiği binlerce kişi gibi sabahlara kadar kafa patlattığım, “gideceğim” diyerek yattığım uykulardan “kalacağım” diye uyandığım o günleri hatırlıyorum şimdi. Gitmenin de kalmanın da beraberinde getirdiği ağır yükler vardı. Gitmenin de kalmanın da haklı gerekçeleri vardı. O yüzden giden de haklıydı, kalan da haklıydı. Herkes birbirine “ne yapmalıyım” diye soruyor, verilen cevaplar “öyle olsa böyle, böyle olsa şöyle” gibi bir durum fotoğrafından öteye geçemiyordu.
Ben kaldım… Kader bizi bir müdafaa ile vazifelendirmiş ve her birimize bir mevzi zimmetlemişti. O mevzi benim için girdiğim fakültede bulunduğum sınıftı. Ben kendimce “Benim vazifem bu mevzide, mevziyi bırakmak ise vazifeden kaçmaktır” dedim ve kaldım. Kimseyi ikna etmek zorunda değilim, bunları yazmak da benim değil benim gibi binlercesini itham edenlerin ayıbıdır lakin söyleyeyim; kendime rağmen kaldım, her gün “yapamayacağım” diyerek kaldım, üniversite deyince şen şakrak hatıraları anımsayanlar bir yana ben bir karanlığın içinde tam 3 yıl kaldım.
Yaşadığımız o yılların ardından şimdi eğitimini aldığım işi yapıyorum. Yurt dışına çıkma imkanım yoktu, okumasaydım evimde oturacaktım. Sadece ben değil, o yıllarda üniversitedeki tüm başörtülü kardeşlerimizin okullarını bıraktığını düşünün. Utanç sorunu Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği mücadeleyle kaldırılalı sadece 1-2 yıl oluyor. Arada geçen 13 yıl var. 13 koca yıl… Bu neredeyse 4 üniversite nesli demek… 4 nesli kaybedecektik. Etrafımızda pırıl pırıl birer mühendis, doktor, öğretmen, gazeteci olarak dolaşan gençler olmayacaktı. Yıllar sonra üniversiteye dönme hakkı kazanmış 35’li- 40’lı yaşlarındaki başörtülülerin bugün haberlerini yapmakla avunacaktık gözyaşları içerisinde. Ve sonrasında da “okuyacaklar ama kamuda çalışma şansları kalmadı” diye eklemek zorunda kalacak, pek çoğu itibariyle artık bir işe yaramayan haklarının kendilerine teslim edilmiş olmasıyla teselli bulacaktık.
Sayın Başbakanımızın bizleri yıllar öncesindeki mağduriyetlerin acı hatıralarına götüren konuşmasını gözlerim dolarak izledim. Keşke sonundaki “başörtüye 'füruat' diyenler de oldu. Onları da gördük” duvarına çarpmasaydı o gözyaşlarım… O buz gibi duvarda donup kalmasaydı. O gün okuluna devam etmeyi seçenlerin gönüllerinde açılmış ve hiç iyileşmeyecek bir yarayı az da olsa tamir etmişti bu cümle. “İman ediyorsanız asıl kök kalbinizde, o kökten büyüyen ağacın bir dalını kırmış zalimler, canınız yansa da kalbinizdeki imana dayanın” demişti… Ve biz dayanmıştık kalbimize… Kendimize rağmen girdiğimiz sınıflarda, kendimiz için değil bu ülkenin geleceğinde bizim gibilerin de söz sahibi olabilmesi için kalmıştık. Ancak “mağduriyetimizi giderdi” dediğimiz Başbakanımızın gözünde meğer bizler hiç mağdur olamamışız.
Bir gün mağduriyetleri yarıştırmaktan vazgeçebilecek miyiz? Sahiplenebilecek miyiz hepsini aynı gönül genişliğiyle? “Gönül dili” derken dilimiz, gönlümüzün mizanına vurabilecek miyiz dilimizden dökülenleri? Gönlüm kırık lakin, inşallah diyorum inşallah…
SAİME KONAK
twitter.com/saimekonak