Türk
finans sektöründe iki yıldır esen “
yabancı rüzgârı” ile, yüzde 3 olan yabancı
banka payı bugün yüzde 40'lara ulaştı. Bu yeni sürecin millî bankalar açısından tehdit mi yoksa fırsat mı olduğu tartışmaları da beraberinde geldi.
22 Temmuz 2001 tarihli Financial
Times gazetesi,
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (
TMSF) bünyesindeki Demirbank’ın
HSBC’ye satılmasını okurlarına “önemli bir kilometre taşı” olarak duyuruyordu. Haberde bu satışla HSBC’nin sektörün önemli
oyuncularından birisi haline geldiği, bu durumun diğer uluslararası bankaların gelmesini de
teşvik edeceği vurgulanıyordu. Her şey tıpkı haberde bahsedildiği gibi oldu. Demirbank’ın tabelasının HSBC olarak değiştirilmesi sektörde birçok taşı yerinden oynattı. Çok değil sadece beş yıl öncesine kadar Türk bankacılık
sisteminde yüzde 3 olan yabancı payı aradan geçen kısa zaman diliminde yüzde 19,8’e çıktı.
Uzmanların verdiği bilgilere göre borsa payları da dâhil edildiğinde yabancıların sektördeki
kontrol oranları 35,6 gibi görülmemiş bir seviyeye ulaştı.
Ortaklık ve satın alma yoluyla Türk bankacılık
ailesine katılan yabancı bankalar bugün 15 Türk bankasının
yönetiminde söz sahibi artık. Şimdiye kadar 14 milyar 320 milyon doları gözden çıkaran
Avrupalı,
Amerikalı, İsrailli bankalar bu operasyonla sadece
pazar paylarını artırmakla kalmadı, 46 bankanın faaliyet gösterdiği finans sektöründeki oyuncu sayısını da 25’e çıkardı. Ayrıca hazine ihalelerinde de etkin konuma geldiler.
YABANCI İLGİSİ İSTİLAYA MI DÖNÜŞÜYOR?
Şüphesiz yaşananlar bir dizi tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bazı çevreler yabancı payının daha da artması halinde Türk bankacılık sektörünün geleceğinin
tehlikeye gireceğini; dolayısıyla yabancıların sınırlandırılması gerektiğini dile getiriyor.
Türkiye’nin ve Türk bankalarının değişen dünya şartlarında
rekabet edebilmesi için daha
ucuz ve güçlü
sermayeye ihtiyaç duyduğunu savunanlar ise yabancıların sektördeki etkinliğinin daha artması gerektiği görüşünde…
Aksiyon tüm bu tartışmaları uzmanlarla masaya yatırdı ve ortaya son derece çarpıcı sonuçlar çıktı.
Yabancı bankalarla ilgili tartışmaların Türkiye’nin bankacılık tarihi kadar eski olduğu görülüyor. Ülkemizde gerçek anlamda ilk bankacılık
hizmetlerini başlatanların yabancılar olması; hatta bu bankalardan biri olan
Osmanlı Bankası’nın uzun süre
Osmanlı Devleti’nin ardından
Türkiye Cumhuriyeti’nin merkez bankası rolünü üstlenmesi bu ilişkinin boyutlarını gözler önüne seriyor.
Hazine ve saraya borç verme, kambiyo hizmetleri, yatırım finansmanı, çek ve
senet takası yapma, dış borç işlemlerini kolaylaştırma, para basma gibi işlemleri yerine getiren yabancı bankalar yaklaşık yarım asır Türk ekonomi hayatına damgasını vurdu. Batı mallarının pazarda daha kolay alıcı bulması için şirketlere imkân sağlayan, çokuluslu yabancı şirketlere yatırım finansmanında
yardımcı olan ve Osmanlı hazinesine yüksek faizlerle borç vererek ciddi
kazançlar elde eden yabancı bankalar, Cumhuriyetin ilânı ve hemen ardından patlayan 1929
ekonomik bunalımıyla piyasadaki etkinliğini kaybetti. 1924-80 yılları arasında oldukça dar bir hareket alanı içinde faaliyet gösteren yabancı bankalar 24 Ocak 1980 tarihli ekonomik ve siyasi kararların hemen akabinde yeniden boy göstermeye başladı.
İçinde bulunduğu stratejik coğrafya, demografik yapısı ve henüz emekleme aşamasındaki finans piyasası ile Türkiye, yabancılar için büyük fırsatlara sahip bir
ülkedir.
Petrol fiyatlarında yaşanan anormal artış nedeniyle
kalkınma çabaları sekteye uğrayan ve mali dengeleri sarsılan ülkenin ihtiyaç duyduğu
kredileri yüksek faizlerle temin eden yabancı bankalar 1980-2000 döneminde ciddi kazançlar elde ettiler. Krizlerin eksik olmadığı Türkiye ‘de şube ve temsilcilik düzeyinde faaliyet gösteren yabancılar
Şubat 2001
krizinden sonra taktik değiştirdi.
Mali krizle 24 bankanın sistemden elenmesi yabancı bankalara bekledikleri fırsatı sundu. “Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bankacılık krizleri, ülkede bulunan yabancı bankalara ekonomik problemlere rağmen ciddi fırsatlar sunmaktadır. Yabancı bankalar, bu süreç içinde ya milli bankalarla düşük
maliyetlerle
birleşme ya da mevcut hallerini muhafaza ederek
büyüme stratejisi izleyerek pazar paylarını büyük oranda arttırmayı başarmaktadır.”
Merkez Bankası uzmanlarından Vesile Çakır’ın “Yabancı Sermayeli Bankalar ve
Ulusal Bankacılık Sektörleri Üzerindeki Etkileri” başlıklı çalışmasına göre kriz sonrasında gerçekleşen bu birleşmelerden yabancılar, kriz sonrasında hızlı bir kazanç elde etmeyi ummaktadır. Çakır’ın uluslararası örneklerle anlattığı bu süreç ülkemizde de sahnelendi. Kriz sonrası yönetimi devlete geçen bankaların en değerlisi; 198 şubesi, 3 bin 700 çalışanı, 650 bin müşterisi ve 2 milyar dolarlık
mevduatı ile Demirbank, 350 milyon dolara İngilizlere satıldı. HSBC bu satın alma ile oldukça makul bir fiyata ciddi bir piyasa payını elde etmeyi başardı.
Krizin yaralarının sarılıp enflasyonun düşürülmesi, kamunun borçlanma gereğinin azalmasıyla düşen reel faizlerle ekonominin büyümeye başlaması
yerli bankalar açısından yeni bir döneme kapı araladı. Yabancı rakiplerine göre enflasyonsuz döneme uyum sağlamakta sıkıntı çeken ve kârlılıkları giderek eriyen Türk bankalarının rekabet edebilmek için artık daha fazla kaynağa ihtiyacı vardı. Bu yeni süreci “Artık oyunun kuralı değişti” diyerek özetliyor
Denizbank Genel Müdürü Hakan Ateş: “Faizlerdeki düşüşle beraber halktan mevduat toplayıp bunu yüksek faizl
e devlete satıp bilânçoya kâr yazma dönemi artık kapandı. Bankalar yeniden esas faaliyet alanlarına döndüler; ancak bu sefer kredi maliyeti sorunuyla karşılaştılar. Vatandaştan 40-45 gün vadeyle para toplayıp bunu 5, 10 veya 20 yıl vadeyle nasıl kredi olarak kullandıracaksınız? Bunu yapabilmeniz için ölçeğinizin büyük olması gerekiyor. Değilse rekabet edebilmek için yapacağınız iki şey var; ya düşük maliyetle uluslararası piyasalardan fon temin edeceksiniz (sendikasyon ya yabancı bir ortak) ya da banka patronu kendi cebinden bankaya para koyacak. Bunun dışında başka bir yol yok!”
17
Aralık 2004 tarihli AB Zirvesi sonrasında hız kazanan yabancı
ortaklık tekliflerini Türk banka patronları 2005’ten itibaren kabul etmeye başladı. Öncekinin aksine bu sefer bankalar için piyasa değerinin üzerinde değerler biçen yabancıların teklifine ilk “
evet” cevabı Çolakoğlu ailesinden geldi. Sahibi olduğu Türk
Ekonomi Bankası’nın (TEB) yüzde 43’ünü 217 milyon dolara
Fransız finans devi BNP Paribas’a satan aile, bu anlamda bir ilke
imza attı.
Devrim niteliğindeki bu anlaşmadan kısa bir süre sonra
Aydın Doğan, bankası Dışbank’ı Hollandalı Fortis Bank’a 1 milyar 280 milyon dolara sattı. Cıngıllıoğlu ailesi de ellerinde kalan son bankayı, C Bank’ı İsrailli Bank Hapoalim’e 113 milyon dolara devretti.
Bu dönemde bankacılık liginin üst sıralarındaki iki bankaya,
Garanti ve
Yapı Kredi’ye de yabancıların ortak olması sektöre yönelik yabancı ilgisini gözler önüne serdi. Bu rüzgâr, içinde bulunduğumuz yıl da hız kesmeden devam etti.
Finansbank, Denizbank gibi büyük ölçekli kuruluşların yanı sıra
Şekerbank, Tekfenbank, MNG Bank gibi sıralamanın sonunda yer alan
küçüklere bile talipliler çıktı. Tekfenbank Genel Müdürü
Mehmet Erten “Yabancılarla ortak olduğunuzda uluslararası piyasalardan daha rekabetçi fiyatlarla fon temin etmeniz ve bunu müşterilerinize en uygun şartlarla sunmanız mümkün oluyor. Rekabetin bu kadar kızıştığı bir ortamda kaynak maliyeti çok ama çok büyük önem taşıyor.” diyerek bu rüzgârın nasıl bir zorunluluktan kaynaklandığını izah ediyor.
Halen yabancı ortaklık için görüşmelerde bulunan Oyakbank ve Alternatifbank’ın da çoğunluk hisselerinin satışı konusunda kısa bir süre sonra el sıkışacağı düşünüldüğünde sektörde faaliyet gösteren çok şubeli bankalardan sadece 5’inde yabancı payı kalmayacağı görülüyor.
İLGİ SON İKİ SENEDE NEDEN ARTTI?
Yabancı bankaların Türkiye’ye olan ilgisi son iki senede hız kazandı. Makro ekonomik dengelerde sağlanan istikrarla hızla yükselişe geçen Türk ekonomisi AB yolunda atılan kararlı adımların da etkisiyle ölçek anlamında giderek büyümeye başladı. Ekonomisi büyüyen ancak bankacılık anlamında hâlâ gelişme sürecinde olan Türkiye, bu açıdan yabancı bankalar için büyük ve ciddi bir pazar haline geldi.
Ziraat Bankası Genel Müdürü
Can Akın Çağlar, AB ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türk finans sektörünün büyük bir büyüme potansiyeli taşıdığına dikkat çekiyor. Krediler, aktif büyüklük gibi temel hususlarda bile Türk bankacılık sektörünün AB ortalamasının çok altında olduğunu vurgulayarak, yabancıların bu büyük pastayı gördükleri için sıraya girdiğini söylüyor.
Denizbank baş ekonomisti Saruhan Özel de Çağlar’ı destekliyor: “Gelişmiş ülkelerde bankalar büyümekte zorluk çekiyor. 15 büyük AB ülkesinde kredilerin ekonomiye oranı yüzde 102. Ama bu oran
Latin Amerika ülkelerinde yüzde 30, Doğu Avrupa’da yüzde 34. Gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek getiriler de yabancı bankaları cezbediyor. 25 AB ülkesinde bankaların sermaye getirisi yüzde 9 iken
Bulgaristan’da yüzde 17,
Brezilya’da yüzde 18,
Ukrayna’da yüzde 11, Türkiye’de yüzde 12. Büyüyemeyen dev bankalar eninde sonunda başkalarına yem olacaklarını biliyorlar. O nedenle bir an evvel büyüme potansiyeli olan pazarlara girmek istiyorlar.”
Uluslararası danışmanlık şirketi PricewaterhouseCoopers (PWC) tarafından “Finans Sektöründe Devir ve Birleşmeler 2006” isimli raporda da benzer görüşlere yer veriliyor. İç pazarda doyuma ulaşmış banka ve
sigorta şirketlerinin giderek, gelişmekte olan ülkelere yöneldiğine dikkat çekilen çalışmada mali sektördeki
sınır ötesi birleşmelerin Doğu Avrupa, Türkiye ve
Rusya’da süreceği vurgulanıyor.
Türkiye, 1990’ların başından itibaren hız kazanan uluslararası finansal bütünleşme sürecinden, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi belirsizlikler nedeniyle etkilenmedi. Aynı dönemde dünya genelinde yaşanan hızlı değişim sürecinin sonunda birçok ülkede finans sektörü ciddi biçimde el değiştirdi. Bir örnek vermek gerekirse
Çek Cumhuriyeti’nde 1994’te yüzde 5,8 olan yabancı payı 2005 sonunda yüzde 96,2’ye ulaştı. Bir başka Doğu Avrupa ülkesi olan
Macaristan’da da sektörün yüzde 19,8’ini elinde bulunduran yabancılar, geçen 11 yıl süresince pazar paylarını yüzde 500 büyüterek yüzde 87,1 gibi bir orana ulaştırdı. Bu ülkelerden sadece
Polonya’da yabancı payı yüzde 70 seviyesinde kaldı.
Benzer bir süreç Latin Amerika ülkelerinde de tekrarlandı. Brezilya,
Meksika,
Arjantin gibi büyük ölçekli ekonomilerde özelleştirmeler ve krizler sonrasında yabancıların payı giderek yükseldi. Özellikle Arjantin’de yabancı bankaların sistemden aldıkları pay aynı dönemde ciddi biçimde arttı. Yüzde 18 seviyesindeki yabancı payının yüzde 50,5’e tırmandığı Arjantin’in yabancı bankalarla tangosunda başlangıçta her şey yolunda gitti. Ta 2001 yılında büyük ekonomik kriz patlayıncaya kadar. Krizde ülkede faaliyet gösteren
Citibank, HSBC, Santander gibi uluslararası bankalar kapılarına
kilit vurdu ve kriz sonuna kadar müşterilerine ödeme yapmadı. Tüm dünyayı şoke eden bu tutum yabancı bankaların kriz dönemlerinde bağlı bulundukları uluslararası zincirden kaynak temin edeceğini düşünerek gönül rahatlığıyla bu kuruluşlara para yatıran binlerce mudiyi perişan etti. Yabancıların ekonomideki payının artmasıyla piyasanın ve bankacılık sisteminin şoklara karşı daha dirençli hale geleceği tezini de yerle bir eden bu olayı
İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İzzettin
Önder, Türkiye’de yabancı bankalara karşı duyulan güvensizliğin sebeplerinden biri olarak görüyor.
“Kriz sırasında yabancı bankaların sergiledikleri tutum insanların kafasında bu konudaki soru işaretlerinin artmasına neden olmuştur.” diyen Önder, Arjantin krizinin sloganları yerle bir ettiğine dikkat çekiyor: “Yabancı bankaların millî ekonomilerdeki rolünün artmasıyla kriz dönemlerinde
sermaye çıkışı yaşanmayacağı hatta yerli-yabancı fonların güvenli bir sığınak olarak gördükleri yabancı bankalarda toplanarak krizin etkisini azaltacağı söyleniyordu. Arjantin krizi bize bunun doğru olmadığını açıkça gösterdi.”
Yabancı bankaların sektördeki konumuna ilişkin endişe duyanların sıklıkla dile getirdiği Arjantin örneğini “
iş kazası” olarak değerlendirenler de var. Bunlardan birisi de ülkemizde faaliyet gösteren en eski yabancı bankanın,
Deutsche Bank’ın genel müdürü Dilek Yardım. Yardım, bu tür aksaklıkların zaman zaman yaşanabileceğini söylerken yabancı bankaların ülkeye uluslararası standartların yerleşmesi, sektörde rekabet ve verimliliğin artması, ekonomik büyüme ve istikrar ile küresel sisteme entegrasyonu getirdiğine dikkat çekiyor: “Türkiye’nin istikrarlı ekonomik büyümesini desteklemek için bankacılık sisteminin hızlı ve sağlıklı bir şekilde büyümesi gerekiyor. Gelişmekte olan veya geçiş dönemindeki birçok ülke gibi, Türkiye’de de bu hızlı büyümeyi destekleyecek sermaye birikimi eksikliği var. Yabancı bankalar, büyümeyi ateşleyecek sermaye açığını kapatmada ve uzun vadeli istikrarlı fon kaynakları oluşturma konusunda olumlu ve gerekli katkı yapacaklardır. Bunun yanı sıra, rekabetin ve derinliğin artması,
ürün çeşitliliği ve uluslararası standartlara adaptasyon açısından, sektörün disipline olmasına yardımcı olacaktır.”
BANKACILIKTA TEHLİKE SINIRI NERESİ?
Halen mevduat kabul eden bankalardan sadece
İş Bankası,
Ziraat Bankası,
Halkbank, AnadoluBank, Tekstilbank ve Vakıflar Bankası’nda yabancılar söz sahibi değil. Bunun dışındaki bankaların hemen hepsinde bir şekilde yabancıların belirleyici olduğu görülüyor. Yapı Kredi Bankası’nın eski yönetim kurulu başkanı Mehmet Çekinmez, yabancı payının yüzde 50 veya altında olduğu bankaların yabancı sayılamayacağı, dolayısıyla sistem açısından bir sıkıntı
doğurmayacağı görüşünün gerçekçi olmadığını dile getiriyor. Yabancı bankaların kâğıt üzerindeki hisselerinin az olmasına karşın yönetimde belirleyici konumda olduklarına dikkat çeken Çekinmez, örnek olarak bankaların yönetim kurullarını gösteriyor: “Yabancı ortağın payı yüzde 50’nin altında, dolayısıyla bu banka yabancı sayılmaz diyenlere şu soruyu sormak gerekiyor. Bankanın operasyonel süreçlerinde kararları kim veriyor? Bankaların yönetim kurullarına bir b
akın, karar alma süreçlerinde son sözü hep küçük ortağın söylediğini göreceksiniz.”
Durum böyle olunca devletin sinir uçlarındaki kurumlarda uzun zamandır “yabancı bankalarla ilgili tehlike sınırı” tartışılmaya başlandı. Hazineden sorumlu
Devlet Bakanı Ali
Babacan sermaye açığı olan bir ülkede sermaye sınırlamasına gitmenin gerçekçi olmadığı görüşünde. Türkiye’deki mevzuata göre artık yerli-yabancı ayrımı yapmanın mümkün olmadığını savunan Bakan Babacan, AB sürecinin de bunu gerektirdiğini dile getiriyor. Bunun kendi kararları ve siyasi
tercihleri olduğunu anlatan Babacan, “Sermaye artık küresel, dolayısıyla sınırlama ile bir yere varılamaz. En güzeli piyasanın düzenlenmesini serbest bırakmak.” derken bir de gönderme yapıyor: “Bu konuda yetkisi olmayan da konuşmamalı. Sivil toplumun tartışmasında elbette sakınca yok.” Bakan Babacan’ın ‘yetkisi olmayanlar’dan kastettiği kişinin
BDDK Başkanı
Tevfik Bilgin olduğu anlaşılıyor. Bir önceki BDDK başkanının tersine sektörün geleceğiyle ilgili hususlarda farklı bir tutum sergileyen Tevfik Bilgin “Evet, mevzuatta sektördeki yabancı payına ilişkin bir sınırlama bulunmuyor. Avrupa’da da sınırlama olmamasına karşın her nasılsa bazı ülkelerde bu oran yükselmiyor. Bunlar değerlendirilmelidir.” diyerek tartışmalara yeni bir boyut kazandırıyor. Bilgin’in sorusunun cevabı geçen yıl
İtalya’da yaşanan bir skandalla ortaya çıkmıştı. İtalyan Banco Antonveneta’nın Hollandalı ABN Amro tarafından satın alınmasının sektörün denetiminden sorumlu kuruluş olan İtalyan
Merkez Bankası tarafından bürokratik yollarla engellendiği anlaşılmış ve Başkan Antonio Fazio 12 yıldır oturduğu
başkanlık koltuğunu terk etmek zorunda kalmıştı.
Bankacılık sektörü uzmanlarının büyük çoğunluğu Bilgin’in endişelerini paylaşıyor. Hazine eski Müsteşarı Dr. Mahfi Eğilmez, yabancı bankalarla alakalı kararın tamamen siyasi olduğunu vurgularken gösterilen iradenin Türkiye’nin geleceğini şekillendireceğine dikkat çekiyor: “Bugün ‘piyasa yapıcılığı’ adını verdiğimiz bir
uygulama var. Bu uygulamaya 2002’de dâhil edilen 10 bankadan sadece birisi yabancıydı. Bugün gelinen noktada sistemdeki 12 bankanın 6 tanesinin yabancıların kontrolünde olması ileriki dönemlere ilişkin bazı kaygıları beraberinde getiriyor.
Hükümet tüm bu riskleri düşünerek konuya ona göre yaklaşmalıdır.”
2002 yılında uygulanmaya başlanan ‘piyasa yapıcılığı’ sistemi Hazine’nin borçlanma faizleri açısından hayati önem taşıyor. Belirli kriterlere göre (sermaye yeterliliği, aktif kalitesi) seçilen bazı bankalara Devlet İç
Borçlanma Senetleri (DİBS) satışında ayrıcalık tanıyan uygulamada yabancı banka payının giderek artmaya başlaması birtakım riskleri de beraberinde getiriyor. Bunlardan birincisi sistemde yabancı payının giderek artması piyasadaki siyasi hassasiyetin artmasına ve yabancıların belirsizlik veya makro ekonomik dengelerde meydana gelecek bir değişimde aniden çekilmesi durumunda piyasa faizlerinin görülmemiş hadlere tırmanmasına sebep olabiliyor.
Daha önceki tecrübelerin ışığında bunun her zaman yaşanabileceğini söyleyen
Kamu Bankaları Ortak Yönetim Kurulu eski Başkanı Dr. Tevfik Altınok, yabancı bankalara karşı olmakla onları kontrol altına almak arasında kalın bir çizginin olduğunu hatırlatıyor: “Bugün gelişmiş mali piyasalarda bile bir kontrol mekanizması vardır.
Piyasa yapıcılığı konusunda ülkeler ya sınırlamaya gidiyor ya da yabancı piyasa yapıcılarına lokal kimlik kazandırıyor.
Yabancı sermaye gelsin, buna kimse bir şey demiyor. Burada sorun şu; günün birinde her şey kötü gittiğinde sizin elinizde bir B planınız var mı? Bunun için şimdiden bazı tedbirler almanız şart.”
Tüm bu eleştirilere karşın gelinen seviyenin henüz tehlike arz etmediğini düşünenler de var.
Ekonomist Hurşit
Güneş bunlardan biri: “Kaygılar yersiz. Çünkü musluğun başında Merkez Bankası duruyor. O da millî. Üstelik
Anayasa’da açık
kamulaştırma maddesi var. O da orada durmalı. Ne olur ne olmaz. İş Bankası yabancıya satılamaz. Ziraat de öyle. Demek ki, Türkiye’nin iki büyük bankası yerli olacak. Daha sonra gelen
Akbank, Yapı Kredi ve Garanti’nin de içinde yabancı sadece ortak. Demek ki, büyük ölçekli bankalar arasında tümüyle yabancı banka olmayacak. Herkes rahat etsin.”
KRİTİK EŞİK HALKBANK ÖZELLEŞTİRMESİ
Sektör uzmanlarına göre bu sürece damgasını vuracak olay Halkbank’ın özelleştirilmesi olacak. 850 bin küçük ve orta ölçekli (KOBİ) müşterisi ve 23,3 milyar dolarlık aktif büyüklüğü ile Türk bankacılık sektörünün 6. büyük markası olan Halkbank, yerli yabancı tüm kuruluşların iştahını kabartıyor. 523 şubesi ve 11 bin çalışanı ile ‘büyük lokma’ Halkbank’ı yerli bankalardan birisinin satın alması mümkün görünmüyor. KOBİ bankacılığı konusunda uzman bu bankayı aynı alanda faaliyet gösteren uluslararası devlerin alması durumunda sadece bankacılık sektörü değil, sanayi kesimi de bu değişimden ciddi şekilde etkilenecek. Oyakbank ve Alternatifbank’ın ardından Halkbank’ın satılmasıyla sektördeki yabancı payının yüzde 50’ye ulaşacağı düşünüldüğünde bu satışın önemi daha iyi anlaşılıyor.
Sonuç ne olursa olsun finans sektöründe yaşanan bu gelişme sadece ekonomiyi değil, siyaseti de yakından ilgilendiriyor. Bankaların çoğu zaman bağlı bulundukları ülkelerin politikaları doğrultusunda hareket etmeleri uluslararası ilişkilerde de bu kurumların önemini artırıyor. Hal böyle iken geriye yapılacak tek şey kalıyor; ya mütekabiliyet esasına göre Türk bankalarının da gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde banka satın alması teşvik edilmeli ve burada da Türk nüfuz alanları kurulmalı ya da yabancılara belirli alanlarda kısıtlamalar getirilmeli. Bunların yapılmaması halinde yaşanacakları çok mu merak ediyorsunuz. Arjantin’deki durumu incelemeniz yeterli.
YABANCI BANKALARIN AVANTAJLARI
Ülkeye doğrudan yabancı sermaye girişlerini artırıyor. Bu yolla ekonomik istikrara katkı sağlıyorlar.
Özel sektöre açılan kredilerin artmasını sağlayarak ülke ekonomisinin büyümesine katkı yapıyorlar.
Yabancı girişi,
düzenleme ve denetim kalitesini ve kurumsal yönetim uygulamalarını artırırken şeffaflığı da sağlıyor.
Yerel bankaları maliyet azaltma yönünde teşvik ederek rekabet ortamını artırıyorlar. Bankaları piyasa payını korumak için kalite geliştirmeye yöneltiyorlar.
Kapsamlı ve gelişmiş risk yönetimi uygulayarak müşteri portföyünün ve risklerin düzenli takibini sağlıyorlar. Daha sağlıklı banka bilânçoları oluşuyor.
YABANCI BANKALARIN DEZAVANTAJLARI
Yabancı bankalar genelde çokuluslu firmalar veya büyük ölçekli müşterilerle çalışmayı tercih ediyor. Yerel işletmelerin finansal hizmetlerden yararlanma imkânı kısıtlanıyor.
Yabancı bankalar devletin taleplerine karşı daha az esnek davranıyorlar. Böylece devletin ekonomi üzerindeki kontrolü azalıyor. Öncelikleri farklı olduğu için millî çıkarları yerel bankalar kadar önemseyip desteklemiyorlar.
Yabancılarla rekabet için yerel bankalar daha fazla risk almaya başlıyor. Bu da sektörde ciddi bir maliyet yükü getiriyor.
Yabancı bankalar gelişmiş ürün ve hizmet yelpazesiyle yerel piyasanın en kârlı alanlarına girerken yereller daha çok riskli sektörlerle çalışıyor.
Yabancı bankalar kriz dönemlerinde ülkeden çıkabiliyor. Yerli bankalar ise bu durumlarda bile çalışmaya devam ediyor.
YABANCI BANKALAR DAHA MI GÜVENLİ?
Yabancı bankalar yerli bankalara göre daha mı güvenlidir? “Bunlar dünya çapındaki uluslararası bankalar, Türk bankaları batsa bile bunlara bir şey olmaz” diyenler ciddi biçimde yanılıyor. Öncelikle Türkiye'de faaliyet gösteren yabancı bankaların sermayelerinin yabancılara ait olması dışında Türk bankalarından farkı yok.
Anonim şirket statüsünde kurulan bu bankaların Türkiye'deki sorumlulukları Türkiye'ye getirdikleri sermaye ve varlıkları ile sınırlı. Dolayısıyla bu bankalardan birisi güç duruma düşer,
kepenk indirmek zorunda kalırsa yurtdışındaki sermaye grubunun sorumluluğu bulunmuyor. Bu durumda banka battığı zaman devlet açısından iki büyük sorun ortaya çıkıyor. Birincisi bu bankalara para yatıran mevduat sahiplerine önceden yapıldığı gibi yüzde yüz devlet güvencesi verilmesi zorunlu hale geliyor. İkinci olarak hukuki anlamda yabancı bankaların sahiplerinin malvarlıklarına
Uzan olayındaki gibi el koyma olanağınız olmadığından bankanın diğer sorumlulukları da yine kamunun sırtına biniyor.
Ufuk Şanlı - Aksiyon