Başbakanımız,
TUSKON'un 4. Olağan Genel Kurulu münasebetiyle yaptığı konuşmanın bir bölümünde, TUSKON üyelerine hitaben: “Siz, arkanıza karanlık güç odaklarını almadınız. Siz arkanıza mafyayı, çeteleri, cuntaları almadınız. Siz, arkanıza Galata bankerlerini almadınız” diyordu.
Başbakan’ımız, bir sefer daha mukteza-i hale uygun konuşuyor ve çok yerinde tespitler yapıyordu. O halde TUSKON arkasına Galata bankerlerini almamışsa kimleri almıştı? Kimdi acaba TUSKON’un arkasındaki kahramanlar?
Atalarımız “mal, canın yongasıdır” demişler. Maddiyatın her şeyin çok önünde olduğu 20 ve 21. yüzyıllar ise malın, yongadan da öte, adeta canla eşdeğer göründüğü yıllardı. Karşılıksız, sırf
Allah rızası için bir şeyler yapabilmek, unutulan bir mefahirimizdi. Öyle ya, karşılığı hakkı olduğu halde alınamayan, aldatma ve yalanın çok rayiç olduğu bir piyasada; hiçbir dünyevi menfaat beklemeden, bin bir zorlukla kazanılan parayı verebilmek, çok büyük babayiğitlik isteyen bir işti.
Bu yüzden,
gönüllüler hareketinin mali kaynağı sürekli sorgulanıyordu. Nasıl olur da, görünen hiçbir maddi güce dayanmayan bu hareket, servetlere baliğ yatırımlar yapabiliyordu. Eğitim yuvaları başta olmak üzere ortaya koyduğu bütün eserleri, çağıyla hesaplaşacak kadar da
moderndi. Dünyanın dört bir tarafında,
Türkiye standartlarının çok üzerinde, gelişmiş ülkelerle yarışan modern binalar, arka arkaya ikame ediliyordu. Bu işin arkasında mutlaka bir güç olmalıydı(!).. Yoksa gerisinde herhangi bir dev
holding veya büyük bir kuruluşun bulunmadığı bu hareket, çok büyük maddi kaynağa vabeste büyük yatırımların
altından nasıl kalkıyor, bütün bunları ne şekilde deruhte edebiliyordu?
Evet, belki de haklıydılar. Hareketin arkasında birileri vardı. Peki, kimdi onlar? Herkesin merak edip, bir türlü bulamadığı; bazılarının imrenerek, bir kısmının şaşırarak, kendileri
küçük ama sesleri büyük çıkan bir kesimin de kıskanıp, yer yer bilenerek baktığı büyük işlere
imza atan bu kahramanlar kimlerdi?
Onlar,
hizmette önde, ücrette arkada, isimlerinin bile bilinmesini istemeyecek kadar isimsiz(!) kahramanlardı. Belki de onlar, şirin bir
Anadolu şehrinde yaşayan; kemale ermiş yaşına bakmaksızın, akşamları hizmete koşan, bir yer için para lazım dendiğinde; çalışmaktan nasır tutmuş ellerini hemen cebine atıp bütün parasını verecek kadar civanmert Ali ağabeyler; hizmet menfaatini şahsi menfaatinin üzerinde tutan Ahmet ağabeyler,
gençlik hevesatının peşinde değil, ulvi gayeler arkasında koşturan
Hilmi ağabeyler, ‘Aslan’lar gibi hizmet eden Özcan ve Mücahit ağabeyler, ‘abi, öğrencilerin size ihtiyacı var’ dendiğinde, hizmeti yeni tanımasına rağmen sonuna kadar güvenip, kendini nesline adamanın göstergesi olarak, milyonları gözünü kırpmadan verebilen Vehbi ağabeyler, bütün sülale bu davaya gönül vermiş Borinli ağabey ve ablalar, yaptırdığı okulun açılış gününe, kalbine gurur geleceği endişesiyle katılmayıp, “ben vazifemi yaptım, bundan sonrasını görmesem daha iyi olur” diyecek kadar kemale ulaşmış Kamil ağabeyler ve kalemin kendilerini yazmaktan aciz olduğu, ülkenin her yerinde, kalbi vatan diye çarpan daha niceleriydi onlar.
Bu isimsiz kahramanlar, ışık süvarilerine: “Siz koşmanıza bakın, arkanızda biz varız” diyor ve verdikleri sözü de biharfin yerine getiriyorlardı. Onlar için, tanınmak, bilinmek önemli değildi. Asıl olan, Allah ve Resulü’nün rızası istikametinde bir şeyler yapabilmek, vatana ve millete faydalı olabilmek değil miydi? Varsın isimleri bilinmesin, kendileri tanınmasındı. Şu fani dünyada, gaye-i hayalleri olan, Allah’ın rızasını kazanabilsinler yeterdi. Öyle ya, Yaratan’ın rızası kazanıldıktan sonra her şey boş değil miydi? O’nu bulan neyi kaybetmiş, O’nu bulamayan da ne kazanmıştı?
İşte bu kahramanlara mütevelli diyorlardı. Bir veliydi onların hepsi.
Gönüllüler Hareketi’nin
ekonomik yükünü sırtlarına yüklenip, birbirleriyle adeta bir binanın tuğlaları gibi sarmaş dolaş olmuş bu veliler, tarihi altın sayfalarla dolu bu aziz milletin yüzünü bir kere daha güldürmeye
yemin etmişlerdi. Ve “Müminler içinde sözde duran nice erler var” (Ahzab, 33/23) ayetinin mucibince bu sözlerini yerine getirmekten bir lahza bile dur olmuyorlar, böyle bir şeyi akıllarına bile getirmiyorlardı.
Böylece, civanmertliğin, fedakârlığın, yaşatmak için yaşamanın, karşılıksız bir iş yapmanın, tarihin tozlu raflarında kalmadığını, yeryüzünde Allah’ın halifeleri bulunduğu sürece bu meziyetlerin de yaşayacağını bilfiil gösteriyordu mütevelliler. Böylece, “Her fani, adı üzerinde fani olduğu için gün gelip eskiyip, pörsüyüp sararıp yok olucudur. Ancak "Azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin vechi/yönü kalıcıdır"(Rahman, 55/ 27) ayetinin tahakkukuna vesile olup, dini değerlerin, zamanın tersine, ne kadar taze olduğunu bütün aleme ispatlıyorlardı.
Bütün bu fedakârlık ve gayretler boşa gitmiyor, hamuru İslamla yoğrulmuş bu aziz millet, dünyaya bir kere daha: “Ben de varım” diyordu. Ve yıllarca ağlamaktan gözyaşları kurumuş gözler, bir nebze de olsa rahatlarken, nefessiz kalmış yürekler derin bir nefes alabiliyordu.
Allah, bu isimsiz kahramanların cümlesinden razı olsun. Ölmüşlerine rahmet, hayatta olanlarına da sağlık, sıhhat, afiyet ve saadet-i dareyn nasip eylesin.
Taha ÜNAL/Din Sosyolojisi uzmanı
[email protected]