Nereye kadar!
Geçen hafta düzenlenen bir panelde Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, insanın içini sızlatan bir itirafta bulunmuş:
“Birçok gazete kurşun geçirmez camlardan, baskın ve yangın kapılarının denetlenmesine kadar ciddi önlenmeler alıyor bu günlerde. Türkiye'de basın özgürlüğünün olmazsa olmazlarından biri kurşun geçirmez camlar ve yangın merdivenleridir.”
Durum aynen budur. Hatta daha da vahimdir. Biz gazeteciler (özellikle yönetici ve köşe yazarları) can güvenliğinden mahrum yaşıyoruz uzun zamandır. Medya kuruluşlarının tüzel kişiliğine yöneltilen saldırı ve baskınların haddi hesabı yok. Gazete binaları taşla, sopayla basılıyor; devletin savcılarından tık çıkmıyor; ancak haberlerinden ve yazılarından dolayı gazetecilere soruşturmalar başlatılıyor, davalar açılıyor. Sosyal medyadaki eleştirel ve muhalif her mesaj için insanlar mahkeme kapılarında süründürülüyor.
Sadece gazetecilikten değil, insanlıktan bile nasibini almamış bir kısım nevzuhur kişiler, gazetecileri alenen ölümle tehdit ediyor. Üstelik bu saldırgan tavrı devletin gücüne dayandırıyorlar. Açıkça yapılan ölüm tehditleri, taşlı sopalı baskınlar, ne tuhaftır ki, savcıların ilgi alanına girmiyor. İkinci Hürriyet baskınından sonra Başbakan Davutoğlu, İçişleri Bakanı'na talimat verdiğini, basın kuruluşlarının korunması için gereken tedbirlerin alınması gerektiğini söylemişti. Başbakan'ın talimatını yerine getiriyorlar mı? Keşke! Hiçbir dönemde haydutluk sırtını “devlet”e bu kadar dayamamıştı. Artık her şey, malum kişilerin direktifleri doğrultusunda yapılan baskınlar, sindirmeler, korkutmalar çerçevesinde yürütülüyor.
Her şeye rağmen bilinmesi gerekiyor ki gazeteciler, mesleğini yapmaya devam edecek. Asıl üzücü olan da şudur: Türkiye her gün askerini polisini şehit verirken ve onca feci hadise faili meçhul kalırken devletin polisi, savcısı, hâkimi aslî işini bırakıp gazetecilere, yazarlara “terörist” muamelesi yapıyor. Gazeteciler de yargının huzuruna çıkar; ancak uydurma iddialarla değil. Yazdıkları yazıdan, yaptıkları haberden hiç değil!
Uzun zamandan beri bu ülkeyi yönetenler, papağan haline getirdiği malum medyayı ve elini kolunu bağladığı yargıyı tepe tepe kullanmaktan çekinmiyor. Bu yüzden toplumun tamamına karşı sistematik bir sindirme, bezdirme uygulanıyor. Özellikle medya ve iş dünyasına yapılan hukuksuz operasyonlar bu ülkeyi oksijensiz bıraktı.
Türkiye ekonomisinin yüzakı, Anadolu kaplanlarının öncü kuruluşlarından Boydak'a polis baskını yapıldı. Melikşah Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Memduh Boydak ve 6 işadamı gözaltına alındı. Tam bir hukuksuzluk, tam bir fiyasko! Nitekim iş çevrelerinden çok net ve sert eleştiriler geldi. TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi de olan Memduh Bey için TÜSİAD tarihi bir çıkış yaptı. TÜSİAD'ın Yüksek İstişare Konseyi toplantısı öncesinde gazetecilerin de davet edildiği resepsiyona katıldım. TÜSİAD üyelerinin ‘tahammülümüz kalmadı' isyanına bizzat şahit oldum. Tıpkı basın camiası gibi iş dünyası da Türkiye'nin gidişatından fevkalade rahatsız. Uydurma sebeplerle herkese dava açıldığına, toplumun tamamının kıskaç altına alındığına inanıyorlar. Nitekim basına kapalı istişare toplantısında dile getirilen bazı sözler kulis-haber olarak gazetelerde yer aldı. Bakın bir üye ne diyor. “TÜSİAD'ın bir imajı var. Bunun için üye oldum ve gurur duyuyorum. Sesimiz daha gür çıksın. Bu baskılar hepimize zarar verecek. Duvara dayandık. Artık korkmayalım. Demokrasiye, özgürlüğümüze sahip çıkalım. Artık idam cezası da yok ya!”
Her gün yeni bir zulme, haksızlığa imza atarak nereye kadar! İster anlayın ister anlamazdan gelin; insanlar siyasetin zulüm aracına dönüşmesinden bıktı, usandı. Hem kendinizi paraladınız; hem ülke insanını hırpaladınız. Dönüp sorun kendinize: Nereye kadar! Ne çabuk unuttunuz o şahane cümleyi: Zulm ile âbad olanın sonu berbat olur…
Partiler kapatılacak galiba
İktidar partisinin geçirdiği her merhalede Hayrettin Karaman'ın verdiği fetvaları fark etti kamuoyu. O fetvalar tartışıldı, konuşuldu; hak verenler de oldu, eleştirenler de; ancak en sonunda anlaşıldı ki AK Parti zirvesi Hoca'nın fetvaları doğrultusunda bir yol haritası çiziyor.
Yeni ve keskin bir fetva veren Hoca'ya göre: “Partiler, Batılı demokrasi uygulamasının başımıza bela ettiği kuruluşlardır. İslamî demokraside (veya düzende) fertlerin ve cemaatlerin -farklılığın caiz olduğu çerçeve içinde- farklı içtihatları, projeleri, teklifleri, talepleri, programları olabilir, ancak bütün vatandaşlar din bağı veya sözleşme sebebiyle maddi ve manevi değerlerin korunmasında ittifak edecekleri, ümmete ve vatana zarar verecek bir davranışta bulunamayacakları için bu manada farklılık da tefrika sebebi olamayacaktır. Siyasi alanda fertler ve gruplar bir şahsın ve kadronun iktidara gelmesini, bir programın uygulanmasını isteyebilir, bunun için dürüstlük ve edep çerçevesinde tanıtımlar yapabilirler. Bir şahıs ve kadrosu iktidara gelince iktidar bütün ümmete ait olur, tenkit ve denetim hakkı baki kalmak üzere ümmet bir bütün olarak hareket eder.”
Yani? “Batılı demokrasinin başımıza bela ettiği partiler”e de onların modern demokrasilerdeki muhalif denetimine de gerek yok diyor Hoca. Umarım bu görüş, yeni bir aşamanın habercisi değildir; zira önerilen şey, bir çeşit rejim değişikliğidir. Ayrıca Hoca'nın yorumuyla takdim edilen modelin gerçekten “İslamî” olup olmadığı da tartışmalıdır. Zira kişisel bir yorumdur bu.
YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ