Eyüp Ensar Uğur
Ensarlıktan Muhacirliğe Paris'te gezip gördüklerim - 2
Bugün epeydir aklımda olan şeyi artık yapayım dedim;
Paris görmüş Türk münevverlerin eserlerinde sıkça bahsettiği üç km. uzunluğa sahip Saint Germain Bulvarını bir uçtan bir uca gezmek.
İstanbul'u Anadolu ve Rumeli kıyıları olarak ayıran Boğaziçi gibi, Paris’in de Seine Nehrinin sağ ve sol olarak isimlendirilen iki kıyısı bulunmakta.
Şehrin sol yakasında, Paris'te rönesans aydınlanmasının tohumlarının atıldığı, beş-on asırlık üniversiteler ve meşhur kolejler yer alıyor. İşte Saint Germain Bulvarı da şehrin bu tarafında bulunuyor. Sahil yolunun bir üst paralelinde uzanan bu geniş yol, geçmişten günümüze zengin birikimiyle dünyada iyi bilinen caddelerden biri. Paris’i uluslararası arenada temsil eden futbol kulübü de ismini bu bulvardan alıyor.
Paris Saint Germen Bulvarı. Yıl 1880
150 yıllık geçmişi olan Saint Germain Bulvarındaki birçok kafe ve restoran; Türkiye'de magazin âleminin takıldığı mekânların aksine, ünlü düşünürlerle birlikte anılıyor. Buradaki kafeler adeta yazarların birer çalışma odası halini almış. Nice filozof dünyaca meşhur kitaplarını, bu bulvarın özellikle orta ve batı kısımlarında yer alan kafelerde yazmışlar. Ama geziye bulvarın doğusundan başladığım için buraları daha sonra anlatacağım. Çünkü Saint Germen Caddesinin doğu ucuna yakın bir metro istasyonunda inmiştim.
Bu durak sadece Fransa’nın değil dünyanın da en iyi teknik üniversitelerinden biri kabul edilen Pierre ve Mary Curie Teknik Üniversitesinin önünde idi. Okulun çıkış kapısının hemen karşısında şehrin diğer kısımlarına göre pizzayı en az yarı fiyatına satan, sahibi Arap olan bir pizza dükkânı var. Öğrencilere hitap eden bu pizzacının tabelası Türkiye’deki bir milyoncu dükkânları gibi fiyatta iddialı bir isim taşıyor. “Five Pizza” yani pizzalar 5 Euro. “Ucuz yemek istiyorsan öğrenci mekânlarına, bol ve lezzetli yemek istiyorsan esnaf lokantasına gideceksin” özlü sözüne kulak vererek daha önce buraya yolumu düşürmüştüm. Pizzanın tüm dünya çocuklarının sevdiği ortak bir yiyecek olduğunu burada görüyorsunuz. Uzun masada Çinli, Vietnamlı, Malezyalı, Brezilyalı, Senagalli, Meksikalı,Kırgız, Avustralyalı,Tunuslu, Suriyeli ve Avrupalı gençlerle birlikte Pizza yiyorsunuz.
"Pierre ve Marie Curie Teknik Üniversitesi”
Adını bilim insanı iki kardeşten alan Sorbonne üniversitesinin bir yan kolu olan “pierre et marie curie university”, 32 bin öğrencisi bulunan devasa büyüklükte bir okul. Mühendisliğe yakışır bir tarzda koca koca binaları inceden çelik sütunlar ayakta tutuyor.
Okulun önünden ağır ağır yol alırken havsalam da doğu batı arası seyahat ediyor. Dualar mırıldanıyorum;
“Allah’ım!, Doğu Dünyası’nı, zilletine neden olan cahillik çukurundan, çıkarma niyetiyle kurulan ilim yuvalarını dirilt ve muhafaza eyle” diye. Ayrıca Pierre ve Mary kardeşlere gıpta ederek, ikizlerim Hikmet ile Nimet’in de herkese faydası olan böylesine semereli ilmî bir hayatları olsun diye temennide bulundum.
Pierre- Mary Curie Kardeşler
Sorbonne Üniversitesi'nin bünyesinde “Pierre ve Marie Curie Teknik Üniversitesi”’nin de bulunduğu bir şubesinin Abu Dabi'de açılmış olduğunu da ilave edeyim. Zengin Arap Körfezi yönetimlerinde dikkat çekici bir değişimin olduğu, geleceğe yönelik yatırımlarından açıkça fark ediliyor. Bu gelişimin en büyük etkeni de, yeni iktidar sahiplerinin, babalarının aksine iyi eğitimli olmaları. Çünkü yeni nesil, çoğunlukla Batı üniversitelerinde eğitim görmüşler.
İçlerinde, zengin olmanın ukdesi kalmış olanlar, parayı bulmayla yaşadıkları, “sonradan görme” psikolojileri, zenginlik içinde doğmuş çocukları ve özellikle torunlarında ancak izale ediliyor. Yani sonradan zenginlerin çocukları servetlerinden dolayı yaklaşımları daha akîl ve oturaklı oluyor. Ispanya sahillerinde bir seferde yarım milyar dolar, tatillere para harcayan petrol zenginlerinin çocukları, bugün en iyi okulların ülkelerinde açılmasına ön ayak olurken, ülkelerini de dünya finans merkezleri haline getirmeye çabalıyor.
Curie Kardeşler Üniversitesi’nin batı köşesinde mühendislik öğrencileri için dizayn edilmiş ve fen alanında zengin bir kitap literatürüne sahip harika bir kütüphane bulunuyor. Bu kütüphane boyunca uzanan yolda yürürken, masalarında çalışmalarına yoğunlaşmış öğrencileri gözlemledim.
Pierre ve Marie Curie Universitesi
Artık fen ilimlerinin ortaya sunduğu hizmetleri ırk, din, renk ayırt etmeden tüm insanlığın faydalandığı bir zamanda, burada bulunan geleceğin mühendisleri de her renkten, ırktan ve dinden. Uçağa bakarak “Nev’imle iftihar ediyorum” diyen Bediüzzaman'ın yaklaşımıyla, bilim adına her gelişmeden, alt kimliklere takılmadan insan olma kimliğiyle iftihar etmek ne kadar da ulvi bir düşünce.
“Arap Dünyası Enstitüsü"
Okulun kütüphanesini geçer geçmez Saint Germain Bulvarı'nın doğu ucuna vardım. Ama beklemediğim bir sürprizle de karşılaşmış oldum.
"Institut du monde arabe" yani Arap Dünyası Enstitüsü binası. Avrupa aydınlanmasının en önemli adreslerinden biri olan bu mahallede, Arap ismi taşıyan bir kurumun varlığı gerçekten hayret verici. Hem de Fransa’nın en itibarlı mühendislik okuluyla, Arap Dünyası'nın insanlığa ve bilime katkılarının anlatıldığı bu binanın iç içe olmasından derin bir mutluluk duydum.
Bahçesiyle birlikte 18 bin m2’lik büyük bir alanı kaplayan Arap Dünyası Enstitüsü ilginç bir bina. Mimarisi modernliğin yanı sıra oryantal unsurlar taşıyor. Binanın giriş kısmının pencereleri bizim kafes dediğimiz, Batı dünyasında ise “kıskançlık penceresi” olarak tanımlanan "moucharabiehs". Yani Arapçası maşrabiya. İslam mimarisinin klasik geometrik şekillerine sahip bu pencerelerden 240 adet var. Her birinin tam ortasında fotoğraf makinalarındaki gibi güneş ışığına duyarlı olarak açılıp kapanan diyaframlar yer alıyor.
Dünya Mimarlık ödülü almış bu yapının kütüphanesinde Arap Dünyasına ait pek çok kitap bulunuyor. Burası fantastik üç okuma salonu ile muazzam bir kütüphane. Aynı zamanda Arap dünyasını en eski çağlardan günümüze kadar tanıtan, 2400 m2’lik alanda arkeoloji, sanat, el sanatları, etnografya, modern ve çağdaş sanat eserlerinin bulunduğu bir müze var.
Ayrıca bu enstitü Arap ve Batılı Doğubilimcilerinin konuşmalar yaptığı geniş bir oditoryuma sahip.
En üst katta ise menüsü otantik Arap ve Mağrip yemekleri olan "Nour" isminde bir restorant var. Yemeklerin fiyatları oldukça pahalı ama Seine Nehri, adalar ve nehrin etrafına yayılmış tarihi şehrin manzarasını görünce, “bu fiyata değermiş” diyorsunuz. Tabi paranız varsa. :)
Bizim kuşağın iyi bildiği Fransa’nın Sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın 1987’de ‘Büyük Projeler’ adı altında yaptırdığı kentsel gelişim hamlelerinden biri bu kurum.
Arap Birliği ülkeleri, Arap Dünyası’nın Fransa'da temsil eksikliği düşüncesiyle bu kompleksin 230 milyon Euroluk masrafının önemli bir kısmını karşılamış. Fransa için maksat, ülkelerinde yaşayan yoğun Arap nüfusun elitsel gelişimi ve Arap Dünyasıyla ekonomik ilişkileri sağlamlaştırmak. Ne amaçla olursa olsun çok hayırlı bir hizmet.
Fransa'nın Geleceğinde Söz Sahibi Olacak Araplar
Frenk nüfusun git gide tükendiği Fransa’nın geleceğinde, siyahi kadrolarla birlikte Mağrip Araplarının büyük ağırlığı olacağı derin analizlere yer bırakmayacak kadar ortada. Şimdiden devletin birçok kademesinde olmakla birlikte, siyaset, sanat, basın, spor alanlarında Fas, Cezayir ve Tunusluların yoğunluğu epey dikkat çekici. Fransa’ya ve insanlarına maddi manevi yatırım yapanlar bu dinamiği göz ardı etmemeliler.
Özellikle Fransa'da yaşayan eğitimli 2. ve 3. nesil Mağriplilerin ekseriyeti Avrupaî yaşama adapte olup sekülerleşmişler. Bu durumu yadırgamadım doğrusu. Zira kökenlerinin bulunduğu topraklarda, dini anlayış ve yorumlamaların çağın sorunlarına evrensel çözümler sunamaması ve Batı'nın siyasi, bilimsel ve sosyal altyapısı karsısında İslam Dünyasının genel perişaniyetinden etkilenmişler. Ama bununla birlikte bu insanlar, Batılı insanın bir önceki yazımda konu edindiğim; inançsızlık buhranlarına ve hayatlarının son devresindeki acınası yalnızlıklarına şahitler. Beyaz Araplar denen bu eğitimli laik kitlenin; kalpleriyle birlikte akıllarına hitap edecek evrensel, barışçı ve uyumlu imanî anlayışa kapılarını ardına kadar açacaklarına inanıyorum. Çünkü bugünün Doğu halklarına has peşin hükümlerden ve yanlış dar ezberlerden arınmış olduklarını düşünüyorum. Ümitliyim bu insanlardan. Nihayetinde mayaları İslâm'ın öncülerinden olan bir milletin çocukları onlar.
Bu alanda kendilerini ispatlamış olan aksiyoner ariflerin, meramı iyi anlayabileceğini zannediyorum. Ezcümle, Türkiye'den sürgün vermiş bereketli dallarla nicedir ürün vermeyen ağaçlara meyve-i İmaniye aşısı gerekli gibi duruyor.
Kurumun avlusu diyebileceğimiz düz taş zeminde Arap coğrafyasına has bitkiler ve çiçeklerden geçici küçük bir bahçe var. Laleler, güller, zambaklar, geniş yapraklı bitkiler, palmiyegillerden ağaçların varlığı seyirlik de olsa çok latif bir ortam oluşturmuş. Gezdiğim, gördüğüm her bir Arap ülkesini anımsatan bahçeyi seyreyledikten sonra binaya girdim. Arap kökenli güvenlik görevlilerin, “Bonjour, Bienvenue”, Müslüman olduğunuzu anladıklarında ise “Marhaba” selamlarını verip güvenlik aramasını yapıyorlar. Bu kontrolü geçtikten sonra ilk olarak zemin katta bulunan kitap satış bölümüne uğradım.
Kitaplar, İstanbul
Ortadoğu ve Arap Yarımadasından Mağrip’e kadar uzanan bir coğrafyada, Arapların özellikle İslam Tarihinden modern döneme kadarki serüvenlerini konu edinen kitaplar ilgimi çekti.
Hem Doğulu hem de Batılı yazarların Arap Dünyasının sosyo kültürel, siyasi ve ekonomik durumlarını ele alan eserlerin çokluğu da dikkate değer. Fransa’da en çok ilgi duyulan Arap yazarlar, yolları Paris’ten geçen Amin Mauluf, Halil Cibran gibi Lübnanlı düşünürler. Batı'ya yerleşmiş olan Doğulu insanlara, özellikle Amin Maluf'un "Ölümcül Kimlikler" kitabını şiddetle tavsiye ediyorum. Bu kitaptan bir pasaj:
“ sağduyu sahibi insanlar geldikleri ülkenin ne bomboş bir sayfa, ne de kemale ermis bir sayfa olmadığını, yazılmaya devam etmekte olan bir sayfa olduğunu bilerek, açık bir anlaşma zeminine doğru ilerleyeceklerdir.
..gelinen ülkenin kültüründe herkesin katılması istenen asgari paket neleri kapsıyor ve neler meşru olarak tartışılabilir ya da reddedilebilir? Göçmenlerin geldiği ülkelerin kültürü için de aynı soru geçerli: Bu kültürün hangi bileşenleri değerli bir çeyiz gibi, yeni gelinen ülkeye taşınmaya değer ve hangileri -hangi alışkanlıklar? hangi uygulamalar?- "vestiyerde" bırakılmalıdır?”…
Anlayacağınız, insanların yaşadığı herşey ve her sorunu daha önce başkaları da yaşamış ve düşünürler tarafından tüm yönleriyle kitaplara aktarılıp çözüm yolları teklif edilmiştir. Ama işte uzun okuma yapmayanlar, yaşanılanları anlamlandırmada ve yeni yol haritaları çıkarmada zorlanıp polemiklerle meseleleri uzatıyorlar.
Kitapçıda Arapça, Fransızca ve İngilizce yazılmış eserlerin yanı sıra, Farsça mesnevileri görünce bir yetkiliye, “Türkçe kitap var mı?” diye sordum. O da hemen bir bayan yetkiliye seslendi. Yardımcı olmak için gelen bayan, Türkçe konuşmayı bilen Tebrizli bir İran vatandaşı imiş. Komşu ülke Türkiye’den olduğumdan mıdır bilemedim ama bir sorum için epey bir kitabı hallaç etti doğrusu. Uğraşısını görünce, ”sadece öylesine sordum” diyemedim. Ama Osmanlı bakiyesi eserlerin tanıtıldığı atlas boy, bol resimli kitaplar dâhil hiçbir Türkçe kitap yoktu.
Sürpriz ise Orhan Pamuk’un hatıralardaki ve kendi hatıralarındaki İstanbul’u anlattığı Fransızcaya çevrilmiş kitabıydı. On dakika boyunca, İstanbul hatıralarımı canlandıran bu kitabın sayfalarını hevesle çevirdim de çevirdim. Eski İstanbul ve Boğaziçi’nin birbirinden ilginç resimlerine ve fotoğraflarına bakan bir Fransız’ın, dersaadeti görmek için can atacağına eminim. Paris'in fotoğraf kataloglarını dahi gölgede bırakacak bir iç açıcılığı var İstanbul'un. Zaten şu sözü de burada duydum; “Paris’i insanlar yarattı, İstanbul’u ise Allah”. Tabi Allah’ın yarattığı güzellikleri çirkinleştiren de insandan başkası değil.
Parisli İranlılar
İranlı bayan Azeri kökenli imiş. Ailesi ile epeydir Fransa’da yaşıyorlarmış. Ama küçük yaşta ayrıldığı Tebriz’i çok sevdiğini ve medeniyetlerin beşiği olan şehirlerden biri olduğunu söyledi. Zira bugün İstanbul'unun ufuklarını kaplayan devasa Osmanlı camilerinin mimarisinde ve çini sanatında gözle görülür Tebriz etkisi vardır.
Paris’te, Humeyni döneminden bugüne kadar molla rejiminden kaçarak buralara sığınan pek çok İranlı aile var.
Bugün Amerika başta olmak üzere Batı'nın birçok ülkesi, diğer doğu ülkelerinde olduğu gibi, İran’ın nitelikli beyinlerini de bünyesinde barındırıyor. Son dönemde bu trende Türkler de eklendi.
Velhasıl kişisel çıkarlarını ve önceliklerini hamasi söylemlerle örten, niteliksiz kadrolardan müteşekkil baskıcı hükümetler; yer altı ve üstü zenginliklerini berhava ederken, ülkeleri adına iyi işler yapabilecek insanları da vatanlarından kaçırıyorlar. Ama zeki ve donanımlı evladlarını Batıya kaptıran bu zevata ve kandırdıklarına sorarsanız; “Gelecek kendilerinin Batı ise tükeniyor” cevabını alırsınız.
"Analarımız yasımızı tutsun!" Bugün hep Araplardan söz ettik ya onların sözüyle de hayıflanmış olduk.
1988'de İran'da 30 bin siyasi tutsağın katledilmesinin yıl dönümünde anma törenleri-PARİS
Ekseriyeti seküler kimlikli, hatta ateist olan İranlılarla Paris’te hem karşılaştım hem de burada bulunan arkadaşlardan ilginç hikâyelerini dinledim. İran’ın, Şii molla rejiminin kurucusu olan Humeyni’nin yaşadığı Paris’te, bu sefer bu rejimin en keskin elit muhalifleri ikamet etmekteler. Paris’in birçok meydanı ve caddesinde, İran'da yaşanan insan haklarına aykırı uygulamaların anlatıldığı fotoğraf sergilerine rastlarsınız. Kendi insanlarını mutlu edemediği halde Ortadoğu’da yayılmacı bir politika yürüten Iran`daki molla rejiminin, çok da uzun ömürlü olmadığını burada bile tahmin edebiliyorsunuz.
Farkındayım bu yazının konusu bizi Paris'ten alıp Ortadoğu'ya sık sık götürdü ama gördüğünüz üzere Arap ve Batı Dünyası arasındaki uzaklık sadece haritalarda kaldı. Yarını belirleyecek bir etkileşim yoğun bir şekilde yaşanıyor.
Arap Dünyası Enstitüsünde epey bir vakit geçirdikten sonra Saint Germain’de yürümeye başladım. Bu bulvarda trafik tek yönlü akıyor, batıdan doğuya doğru. Yani trafiğin tersine doğru yol alıyordum.
Devam edecek..