Gazeteci Bülent Mumay DW Türkçe'ye Erdoğan'ın son stratejisini analiz etti
İşte Mumay'ın analizi
Türkiye'nin 2017'deki referandumla kabul ettiği yeni başkanlık
sisteminin gerçekten neye benzediği, tüm dünyayı etkisi altına alan
salgınla birlikte kristalleşti. Saray'ın tek imzasıyla yürürlüğe giren
"Kanun Hükmünde Kararname”lerle yönetilen Türkiye; ölümcül bir salgında
bile, iki dudağın arasından çıkacak sözlere bakıyor. Bilim Kurulu'na
başkanlık eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da, sokaklarda alınacak
önlemlerden sorumlu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da; açıklamalarında
sadece girizgah yapabiliyor. Sahneyi ısıtıp pası Saray'a atıyorlar, son
sözü Erdoğan'a söyletiyorlar.
İstanbul'daki Huber Köşkü'nden
sadece hastane inşaatlarını helikopterle denetlemek için çıkan,
Meclis'in 100. yıldönümünde 23 Nisan kutlamalarına internet üzerinden
bile katılmayan Erdoğan'ı, sıkça "Ulusa Sesleniş” konuşması yaparken
görüyoruz. Bakanlarıyla yaptığı online toplantıların ardından
İstanbul'daki sarayında hazırlanan kürsüye çıkıyor; tek bir gazetecinin
alınmadığı, sadece yakın ekibindeki İbrahim Kalın, Fahrettin Altun ve
Hasan Doğan'ın kafalarını sallayarak onayladıkları, içinde çokça
"şahsım” geçen cümlelerle aldığı kararları aktarıyor. Yeni sistemin ilk
"partili cumhurbaşkanı” olarak sıkça propaganda yapmaktan, muhalefeti
eleştirmekten geri durmuyor. Bu elbette alışılmadık bir tavır değil.
Ancak 27 Nisan Pazartesi günkü kabine toplantısından sonra Erdoğan'ın
açıklamaları, bir Ulusa Sesleniş konuşmasından çok önümüzdeki döneme
ilişkin bir işaret fişeği gibi görünüyor.
"Başkan'ın Adamları” için katı defans
Bugüne kadarki Ulusa Sesleniş konuşmalarında partizan vurgular
ve propaganda kokan açıklamalar yapsa da, ana hatlarıyla alınan
önlemleri ve salgınla mücadelede başarı gördüklerini
sıralıyordu. Son konuşmasında ise oldukça sert bir savunma hattı
oluşturup saldırıya geçtiğine tanık olduk. Önce savunma
hattından başlayalım.. Sadece dini etkinliklerde değil, MİT'in
yeni binasının açılışından Suriye konulu toplantılara kadar
devlet protokolünde artık farklı bir yeri olan Diyanet İşleri
Başkanı Ali Erbaş'ı savundu. Erdoğan, salgını eşcinselliğe
bağlayarak nefret söylemi içeren açıklamalar yapan Erbaş'a
sahip çıktı; eleştirenleri de din ve devlet düşmanı, faşist
ilan etti. Konuşmasının önemli bölümünü işgal eden bu
"savunma” kısmında, Saray'ın İletişim Başkanı Fahrettin
Altun'a da sahip çıktı. Altun'un İBB tarafından yıkılan kaçak
yapıları konusunda bugüne kadarki sessizliğini bozdu.
Erdoğan'ın "ekibe sahip çıkma” pozisyonu şaşırtıcı
değil. Kendi isteği dışında "kelle vermemek” konusunda
katı bir pozisyonu olduğu biliniyor. Ancak dünkü "Başkan'ın
Adamları” savunmasından sonra gelen saldırı söylemi,
Erdoğan'ın siyaseten başka bir planı gündemine aldığını
gösteriyor. Salgınla ilgili bilgi verecek diye neredeyse ülkedeki
tüm TV'lerin canlı yayıp yaptığı konuşmasının ikinci
bölümünde, muhalefete açıkça saldırdı. Meclis grup
toplantıları ya da mitinglerde başlattığı "VTR'li”
eleştirilerini, önlemleri dinlemek için ekran başına geçen
milyonlara ulaştırdı. Ana hedefi elbette ana muhalefet partisiydi.
Ama CHP üzerinden, karşısındaki diğer bloktaki siyasi partileri
ürkütmek, seçmen kitlesini konsolide etmek için yeniden düğmeye
bastığı çok açıktı.
Hasarı azaltmak için yeni senaryo
2019 yerel seçimleriyle büyük darbe alan iktidar; içinde
bulunduğu sıkışmayı ve devam eden aşınmayı engellemek için
Suriye meselesini kullandı. Ancak burada ABD-Rusya gerilimi
nedeniyle mesafe alınamayınca, "salgını fırsata çevirme”
reçetesinin devreye girdiği anlaşılıyor. Gerek 18 yıllık
iktidarın getirdiği "metal yorgunluğu”, gerek ekonomide
salgından önce baş gösteren krizin, salgının çarpan etkisiyle
büyümeye başladığı açık. Saray da gidişatın farkında…
Erdoğan'ın yeni (aslında epey tanıdık) diskuru; aşınmanın
büyümesine izin vermeden, daha az hasarla atlatılabilecek bir
erken seçim senaryosunun gündemde olduğunu ortaya koyuyor.
Erdoğan, şubat ayına kadar tarihinin en düşük 2. güven
onayına sahipti. Salgından sonra bu oranda yaşanan yükselişin,
yeni senaryoyu cesaretlendirme ihtimali yüksek. Ancak çok daha
önemlisi, salgın nedeniyle açıklanan pansuman niteliğindeki
önlemlerin, bu yıl sona ermeden daha derin bir ekonomik bunalıma
yol açma ihtimali var. Şöyle açalım: Türkiye'yi "kıskandığı”
açıklanan ülkeler esnafına, yurttaşına hibe niteliğinde
yardımlar yaparken; Türkiye sadece bazı sektörlerle
vergileri-ödemeleri öteleme ve faizle kredi vermekten başka bir
şey yapmadı. 200 milyar lira olduğu söylenen "Kalkan
Paketi”nden sadece 20 milyarlık bir bölümü doğrudan destek.
Durma noktasına gelen ekonomide, -ileride geri ödemesi başlayacak
kredilerin, özellikle AKP'nin oy potansiyeli olarak sırtını
dayadığı KOBİ'leri yeni borç yüküyle karşı karşıya
bırakmasıyla- daha büyük bir buhran yaşanabilir. Tartışmalı
"işten çıkarma yasağı”nın da ömrü 3 ay. Hükümetin,
açıkladığı paketi ve önlemleri biraz daha uzatma ihtimali
elbette var. Ama tüm bu palyatif önlemler, eninde sonunda iflaslar
ve dev bir işsizlik riski taşıyor.
Maske yok, kimlik siyaseti verelim
İşte tam bu nedenle iktidar; böylesi bir faturanın ortaya
çıkmasından önce, açıkladığı önemleri de propagandaya
dönüştürerek baskın bir seçimi gündemine almış görünüyor.
81 ilinden 50'sine maske gönderemeyen ancak İsveç'ten hasta
taşıyarak, ABD dahil dünyanın birçok ülkesine yardım malzemesi
göndererek; seçmenine emperyal mesajlar vermeyi ihmal etmiyor. Her
seçim döneminde olduğu gibi, "Ekmek veremiyoruz ama dünya
devletiyiz” propagandasını devreye sokuyor. Krizin
derinleşmesiyle oluşacak sosyal dalgalanmayı engellemek, daha
ileride yapılacak seçimlerde iktidarı kaybetmektense, daha az
hasarla atlatabileceği bir senaryoyu devreye sokuyor. Diyanet İşleri
Başkanı Erbaş'a sahip çıkarken sarf edilen söylem de, özellikle
Ramazan ayında dini hassasiyetleri kullanma stratejisinin yeniden
tedavüle girdiğini gösteriyor. Gezi'den bu yana rafa hiç
kalkmayan kimlik siyasetinin, kutuplaştırmanın, AKP tarafından
daha etkili biçimde kullanılacağına işaret ediyor.
Oysa 17 Mart 2019'daki yerel seçimler, bu reçetenin işe
yaramayabileceğini ortaya koymuştu. Erdoğan karşısındaki
muhalefet bloku, bu kimlik siyasetine yanıt vermektense; seçmenlerin
genelinden oy alabilecek adaylar ve buna uygun bir söylem ile AKP'ye
tarihinin en ağır yenilgilerinden birini yaşatmıştı. Salgından
sonra CHP'li belediyelerin aşevlerinin hesaplarını bile dondurmak,
ekmek dağıtanları bile gözaltına aldırmak 2019 seçimlerinden
ders alınmadığını gösteriyor. Erdoğan'ın dünkü konuşmasında
"Yardımlarını yasakladığımız yalan” demesi ise
muhalefete yönelik bu engellemelerin (ve yarattığı mağduriyetin)
seçmen kitlesinde yarattığı tepkiye işaret ediyor.
Son söz: Erdoğan'ın "ehven-i şer” bir tablo için
ısıtmaya başladığı seçim senaryosunun sonucu kendisine değil,
muhalefete bağlı. Muhalefetin 2019 yerel seçimlerindeki söyleminde
ısrar etmesi; bugüne kadar alışık olmadığımız, şekilde
gündem yaratmaktansa muhalefetin gündemine yanıt vermek zorunda
kalan Erdoğan'a, -tıpkı 2019 yerel seçimleri gibi- pek ehven
olmayan bir sonuç getirebilir.