ERKAM TUFAN AYTAV / Tr724
Her 24 Nisan geldiğinde 1915’te yaşananlar üzerinden bu soru gündeme geliyor.
‘Hayır, yok böyle bir şey!’ diyenler 4 kategoriye ayrılır.
‘Yok canım ne soykırımı; Ermeniler bizleri katletti, biz bir şey yapmadık’ diyenler.
‘Karşılıklı birbirimizi katlettik,’ diyenler.
‘Katlettik ama bunun adı soykırım değil,’ diyenler.
‘Evet soykırım yaptık ama sorun bakalım niye yaptık?’ diyenler.
Bir katliamın soykırım olup olmadığını anlamak için bütün dünyada genel kabul görmüş olan tanıma bakmamız yeterli.
Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği tanımı Raphael Lemkin 1943’te kaleme alıyor. Şöyle yazıyor Lemkin:
‘Soykırım, ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dahil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.’
Bu tanımı şablon olarak 1915’in üzerine oturttuğumuzda yaşananın soykırım olduğu acı gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bu şablonu günümüzde yaşananlara yani Hizmet Hareketi’ne yapılanlara uyarlayın. Soykırım tanımına uyduğunu göreceksiniz.
Bugün Hizmet Hareketi gönüllülerine yapılan da tam anlamı ile soykırımdır.
Neyse, biz gelelim yine 24 Nisan ile sembolleşen Ermeni soykırımına.
1915 Soykırımı’nı netice veren tarihsel sürecin iyi incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yaşananları tasdik için değil anlamak için gerekli bu.
Derdim soykırıma gerekçe aramak değil elbette.
Çocuk kadın demeden masum insanların sistematik bir şekilde katledilmesini, hiçbir gerekçe temize çıkaramaz.
Peki, ne olmuştu da 1915’te asla yüzleşmek istemediğimiz bu korkunç olay meydana gelmişti?
Katliamın sorumlusu İttihat Terakki, Hamidiye Alayları ve işbirlikçisi bir kısım halk nasıl bir psikoloji ile bunu gerçekleştirebilmişti?
Nasıl olmuştu da kadın, çocuk demeden takribi 1,5 milyon Ermeni sürülmüş ve katledilmişti. Kadınların ırzına geçmelerden, mallarına el koyma haramiliğine kadar bu şenaat nasıl işlenebilmişti?
Bu gözü dönmüşlüğün bir psikolojisi olmalıydı…
Şimdi başlıklar halinde soykırıma giden psikolojinin basamaklarını tarihsel kronoloji içerisinde inceleyelim.
‘Hristiyan’ Batı rağmına gerileme ve aşağılanma
Dünyaya nizam veren Şanlı Devlet-i Aliye-i Osmaniye hızla çöküşe doğru gidiyordu. Sürekli yenilen, sürekli aşağılanan, sürekli onuru ile oynanan bir devlet haline gelmişti. Sürekli hem itibar hem toprak kaybediyordu.
Hristiyanların askere gitmemesi sonucu yaşadıkları avantajlar
Hristiyanlar Osmanlı’da askere gitmiyorlardı. Ama bu onların kendi tercihi değildi. Yasal bir zorunluluktu. Müslüman Türkler savaşlarda tükenirken, savaşa gitmeyen Hristiyan vatandaşlar ticaret yapıyor zenginleşiyordu. Bu durum da ciddi anlamda göze batıyor, öfke biriktiriyordu.
Balkan Harbi
1911’de Balkan Harbi olmuş, Balkanlarda bulunan Müslüman halk kılıçtan geçirilmiş, yüz binlercesi de güç bela kendilerini Anadolu’ya atmışlardı. Yaşanan tam bir kabustu.
O tarihe kadar Cumhuriyetin kurucularının hayal bile edemeyecekleri korkunç bir vaka olan, doğup büyüdükleri Rumeli elden çıkmıştı. Hristiyan Batı dünyasının bu suskunluğu hatta bu soykırımı desteklemeleri, buna mukabil Osmanlı tebaasındaki Hristiyanların haklarını savunmaları Hristiyan nüfusa karşı olumsuz tavır alınmasına sebebiyet vermişti.
Sarıkamış faciası
22 Aralık 1914 ve 15 Ocak 1915 tarihleri arasında Ruslara karşı yaşanmış, 90 bin şehit verilmişti. Sarıkamış bir bakıma ümitlerin tükenişiydi. Zaten Batı cephesinde sürekli bozgun yaşanıyordu. Buna bir de Doğu cephesi eklenmişti. “Büyük Turan” hayali İmparatorluk için bir çıkış olarak görülüyordu. O hayal de suya düşmüştü.
Çanakkale Savaşı
19 Şubat 1915’te başlamış 9 Ocak 1916’da bitmişti. Ermeni tehciri işte bu tarihler arasında yaşanmıştı. Çanakkale, İmparatorluğun varlık ve yokluk mücadelesiydi. Takribi bir yıl sürmüş, başta devlet ricali olmak üzere bütün bir halk ölüp ölüp dirilmişti. Çanakkale geçildiği an 6 yüzyıl sürmüş Osmanlı için her şey bitmiş olacaktı. İş o kadar ciddiydi ki, Payitaht’ın yani başkent İstanbul’un, Konya’ya taşınması kararı alınmıştı.
Bu esnada elde kalan son toprak parçası Anadolu’nun güvence altına alınması düşüncesiyle içeride Hristiyan unsurlardan temizlenmesi gerektiği fikrine dört elle sarılmıştı İttihat ve Terakki Hükümeti.
Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar vb unsurlar nasıl bizi “arkadan vurdularsa” Anadolu’daki Hristiyan unsurlar da pekala arkadan vurabilirler diye düşündüler.
Araştırmacı yazar Taner Akçam bu psikolojiyi şöyle özetler:
“Büyük bir imparatorluğun ağır ağır durdurulamaz çöküşü, geçmişin atında ezilmek, yenik çıkılan savaşlar, aşağılanan ve onuruyla oynanan bir topluluk, süreli değer kaybı, o büyük geçmişin bir daha kurulmasının giderek hayal olması, fakat bunun bir türlü kabul edememe, içinde bulunan durumu hazmedememe ve nihayet toplu kıyım… “
İşte bu psikoloji Ermeni Soykırımı olarak tarihe geçen insanlık suçunu, İttihat ve Terakki’ye ve uzantısı çetelere işletti.