İslâmın gizli cibillî düşmanları 1935 senesinde, Üstad hakkında: “Gizli cemiyet kuruyor, devleti yıkacak kitaplar yazıyor!’ gibi uydurma ve hükümeti aldatıcı tertip ve ithamlarla, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde idam kastıyla ve mutlaka mahkum edilmesi direktifiyle dava açtırıyorlar. Bunun üzerine İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı donatılmış bir askeri kıta ile birlikte Isparta’ya geliyorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvarî askerleri yerleştiriyorlar. Isparta vilayeti ve civarı askeri birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti, masum ve mazlum Bediüzzaman Hazretleri inzivâ halinde yaşadığı evinden çıkarılarak, talebeleriyle beraber elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevk ediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan müfreze komutanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor.
Aslında kendisine “Bunlar vatan haini… Yolda bunları bir kenara çek tek tek infaz et” diyorlar. O da “Hangi mahkeme kararıyla” diye soruyor. Aynen General Mustafa Muğla’nın yaptığı yargısız infaz gibi bir şeye zorluyorlar. Ama o asla kabul etmiyor. Hatta, hakikatları, Üstadın masumiyetini anladıktan sonra onlara dost oluyor.
Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapisanesine getirilen Üstad, herkesten ayrı bir tecrit koğuşuna konuluyor.
Orada, Hz. Ali Efendimizi görüyor. Hatta rüyasında Hz. Ali Efendimizin Celcelûtiye isimli kasidesinden: “Bi hâlin ehîlin şel’in şel’ûbin şâli in / Tahiyyin tahûbin taytahûbin tayattahat” beytini defalarca tekrarlıyor. Uyanıyor, sonra tekrar dalıyor ve aynı şekilde tekrar tekrar okuyor. O sabah umulmadık şekilde sorguya çekiliyor. Çok enteresan bir müdafaada bulunuyor.
Üstad Eskişehir hapsinde Hz. Ali’nin İsm-i Azamı olan “Ferdün, Hayyün, Kayyumûn, Hakemün, Adlün, Kuddüsûn” isimleri üzerine “Esmâ-i Sitte” (Altı İsim) isimli Otuzuncu Lem’ayı yazıyor. Harika bir tefsir, şâhâne bir îzah… Ayrıca hem kendisi, hem de talebeleri bu altı ismi hapisanede her yirmi dört saatte 171’er defa okuyorlar… Bundan başka bu hapisanenin bir meyvesi olarak “Birinci” ve “İkinci Şua” ları yazıyor.
Bu hapisle ilgili Tarihçe-i Hayat’ta şöyle de bir değerlendirme var:
“Kırk ikilik bir top güllesini, kırk iki masum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlâhiyeye açılan elleriyle doldurup, geri çevirip atanların başlarında manen patlattırdı. Bizlere, yalnız ehemmiyetsiz, sevaplı hafif bir kaç yara bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zararla kurtulmak harikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür, sürur ve sevinçle mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü, fesatçıların planlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikate vakfetmeliyiz. Şikayet değil, şükrettirecek rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız.”
İşte bizler için ibretli ve şerefli bir geçmiş…
Şu süreçte yaşananların benzerleri daha önce de yaşanmış. Ama Cenab-ı Hak hep himayesiyle korumuş ve kollamıştır. Hatta Asr-ı Saadette “Huneyn Günü” olanlarda bile Cenab-ı Hakkın büyük rahmet ve inayetini görüyoruz: “Şu kesindir ki, Allah size bir çok savaş yerlerinde yardım etti, Huneyn günü de… O gün ki, sayıca çokluğunuz size ucub vermiş, kendinizi beğenmiştiniz. Ama bu, size fayda etmemişti. Olanca genişliğine rağmen, dünya başınıza da gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak düşmana arka çevirip kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Resûlünün ve müminlerin üzerlerine “SEKÎNE”sini GÜVEN ve RAHMETİNİ indirmiş, sizin görmediğiniz ordular göndermişti de Kendisini tanımayan o kâfirleri azaba uğratmıştı.” (Tevbe Suresi, 9/25-26)
Evet her zaman Kendi yolunda olanları işte tam da böyle himâye eder.
ABDULLAH AYMAZ