FARUK MERCAN
Bir gün biz de hayıflanacağız
Büyük bir Asya ülkesinden tanınmış bir uluslararası ilişkiler profesörü ile birlikte Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bulunduğu salona giriyoruz.
Misafir, Hocaefendi’yi selamlıyor ve koltuğa oturuyor. Yanında aynı zamanda tercümanlığını yapan çok kıymetli bir arkadaşımız var. Yıllardır Hizmet’in diyalog faaliyetlerinde büyük bir gayretle hizmetlerine devam ediyor.
Misafir, Hocaefendi’ye iki soru sordu. Birinci soru şöyleydi: “Bir uluslararası ilişkiler uzmanı olarak benim cevabını bulamadığım ve sizin gibi bir maneviyat liderine sormak istediğim bir soru var: Dünyadaki bu savaşları ve çatışmaları nasıl önleyebiliriz?”
Daha önce birçok misafirin Hocaefendi’ye aynı soruyu yönelttiğine şahit oldum. Ve her defasında aynı cevabı duydum. Hocaefendi, dünyada sulhun temini için Hizmet insanlarının ortaya koydukları gayretlere işaret etti hep, kalıcı sulhun ancak eğitim yoluyla sağlanabileceğini ifade etti: “Biz yapmamız gereken şeyleri yapmaya çalışıyoruz. Üstesinden gelebilir miyiz ayrı mesele…”
Elbette, sayımız ve takatimiz sınırlı, ama bu eğitim modeli savaşların, çatışmaların hüküm sürdüğü Bosna, Afganistan, Irak, Nijerya, Filipinler, Makedonya gibi coğrafyalarda bir araya gelmesi imkânsız gibi gözüken insanları bir araya getirdi ve ortaya bir “barış modeli” koydu. Bu sebeple Hocaefendi dünyanın dört bir tarafındaki Hizmet müesseselerine “sulh adacıkları” diyor.
Profesörün ikinci sorusu şöyle oldu: “Despot rejimlere ve zulme karşı mücadele yöntemi nasıl olmalıdır?” Hocaefendi’nin bu soruya cevabı da aynı şekilde çok netti: “Peygamber yolu… O yolu bulursak problem çözülmüş olur…”
Bu soru bana yıllar önce Profesör John Esposito’nun Hocaefendi’ye sorduğu şu soruyu hatırlattı: “Türkiye’de size bütün bu yapılanlara karşı nasıl bir kurtuluş umudu bekliyorsunuz?”
Evet böyle ağır bir zulme maruz kaldığınızda mücadele metodunuz nasıl olacak? Kurtuluş ümidinizi neye bağlayacaksınız? 2015 yılı Haziran-Temmuz aylarına gidelim. Büyük mescitte Hocaefendi talebeleri ile ders halkasında ve fıkıhtaki “vesayet” konusu ele alınıyor. Hocaefendi o sırada Türkiye’de mala mülke el konulmasını hatırlatarak bir benzetme ile, “Bunlara Hükûmet-i Hacriye denebilir” dedi. Hacir, modern hukukta da olan bir ifade… İnsanları veya mal-mülkü vesayet altına alma, kısıtlama demek…
Sonra merhum Avukat Bekir Berk’in, zulme alet edilen mahkemeler için kullandığı ifadeyi hatırlattı: “Hukuku guguka çevirmişler…”
Hocaefendi talebeleri ile bu dersi müzakere ederken ben de salonda idim ve notlar alıyordum. Sonraki zamanlarda şu ifadelerini de not defterime kaydetmişim:
“Sizin de aklınıza geliyor mu bilmiyorum; sokağa dökmek istediler bizi… Mesleğimiz bizim melekilik mesleği. Öfkemizi yutarız. Şiddetimizi, hiddetimizi yutarız, dışarı taşmasına izin vermeyiz. Zor bir şey, ama başarmak lazım… Zulme maruz kalsak da Allah zulmedenlerden etmesin. Bir yiğitlik bunların karşısında sarsılmamak, bir diğeri bunların düştüğü çukura düşmemek, onlar gibi yapmamak. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar hakkımızı aramak bizim için farzdır.”
Hocaefendi’nin yanından ayrıldıktan sonra misafir profesör ile konuşmaya devam ettik. Doktorasını Amerika’da yapmış ve ülkesine dönmüş: “14 yıl aradan sonra ilk defa buraya geldim” diyor. Hizmet insanlarının kurduğu Teksas’taki Kuzey Amerika Üniversitesinin organize ettiği bir toplantıya katılmak için gelmiş.
Kuzey Amerika Üniversitesinin yaptığı faaliyetler sadece bir örnek… Herkes kendi kulvarında bir gayret içinde, insanımız himmetini ali tutarak, hemen her alanda hizmetlerine devam ediyor.
Böyle zamanlarda, yaşadığımız bazı ufak tefek sıkıntılara takılarak, bu kıymetli zaman dilimlerini boşa geçirmemek lazım. Muharrem ayına girmiş bulunuyoruz. Bu cuma, aşure gününü idrak edeceğiz. Bizden öncekiler neler yaşadılar ve sonra hangi mükafatları gördüler, bunları tefekkür edip hiç olmasa hizmet yolunda koşturan insanlara moral, motivasyon desteği sağlayabiliriz.
Yıllar sonra, bugünleri anarken belki biz de hayıflanacağız, belki “Keşke o günlerde ben de himmetimi ali tutsaydım; kardeşlerim, arkadaşlarım canla başla gayret ederken keşke ufak tefek şeylere takılıp zamanımı boşa geçirmeseydim” diyeceğiz.
Tarihten bir örnek vereyim. Salih Okur’un yazdığı “Ulema’nin Gözüyle Bediuzzaman” diye çok güzel bir eser var. Bu kitapta yer alan bilgilere göre Bediüzzaman Hazretleri; Eskişehirli Hafız Abdullah Toprak’a şöyle diyor:
“Kardeşim Hafiz Abdullah, ben tek başıma kaldım, eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, memleket bu hale gelmezdi.”
Bediüzzaman Hazretleri nasıl tek başına kaldı? 1922’de Ankara’ya gittiğinde, Birinci Meclis’te çok kıymetli alimler vardı. Tefsir alimleri Konyalı Mehmet Vehbi Efendi ve Hasan Basri Çantay mesela… Mehmet Akif Ersoy da Burdur milletvekili olarak Meclis’te idi. Ankara’da sekiz-dokuz ay kadar kalan Bediuzzaman Hazretleri, Türkiye’nin gidişatını görünce sesini yükseltmeye gayret etti. Milletvekillerine bir beyanname yayınladı. Ama onun dışındaki alimler sessiz kaldılar. O zaman Balıkesir milletvekili olan Hasan Basri Çantay daha sonra bunu şöyle ifade ediyor:
“İlk Meclis’te Bediüzzaman ne kadar haklıymış, biz hocalar Bediüzzaman’ı desteklemedik ve yalnız bıraktık, onu durdurmak için, fazla ileri gitmemesi için ceketinin eteğini çekmiştik. Bizler biraz da korkuyorduk, ama Bediüzzaman çok pervasızdı. Hiç kimseden çekinip korkmuyordu. Ama yıllar geçince Bediüzzaman’ın ne kadar haklı olduğunu gördük. Bize hakkını helal etsin…”
Zannediyorum, bugünün sessiz kalan bazı alimleri de yıllar sonra aynı şeyleri diyecekler. Belki onlar da “Keşke Fethullah Gülen’i böyle yalnız bırakmasaydık, bize hakkını helal etsin” diyecekler.
Aynı hayıflanmaları belki Hizmet dairesi içinde bizler de yaşayacağız. Geçenlerde “Herkül” sitesi Hocaefendi’nin bir resmini yayınladı. Arap aleminde yayınlanmış bir eseri inceliyordu. O resme bakarken derin derin düşündüm. Acaba, bu eziyet ve meşakkat döneminde bizler üzerimize düşenleri hakkıyla ifa edebiliyor muyuz?
Cuma günü yaptığımız ziyarette akşam Hocaefendi bir de Çağlayan dergisinin yayın toplantısına iştirak etti. “Rahatsızım ama bu görüşmeye iştirak etmek bir vazife” dedi. Aynı zamanda Çağlayan’ın Almanca versiyonu da yayına hazırlandı. Bu arada Hocaefendi’ye yeni yayınlanan bazı eserler de takdim edildi. Öğrendim ki “Sonsuz Nur” eserinin Fransızca baskısı da yayınlanmak üzere…
Ne zaman Fethullah Gulen Hocaefendi’yi ziyarete gitsem, orada bu Hizmet iklimine şahit oluyorum. Simasını gördüğüm herkeste tevekkül ve teslimiyetle beraber, Hizmet aşk ve şevkini görüyorum.
Yıllar önce Süleyman Demirel’in vefat haberi geldiği zaman; Hocaefendi onu hayırla yad ederek şu ifadeleri kullanmıştı:
“Hazret-i Âdem bin sene yaşadı, Hazret-i Nuh 950 sene yaşadı. Önemli olan ne kadar yaşadığın değil, dolu dolu yaşama... Boş yaşamaya Kur’an-ı Kerim, bir çukura yuvarlanma diyor. Yedi veren başak gibi olmak lazım…”
Hayatlarını dolu dolu yaşayan insanlarla beraber olmak, onlarla aynı yolda yürümek lazım. En önemlisi Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Bizler bir Şirket-i Maneviye’nin azaları hükmündeyiz.” Kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın sevaplarına hissedar olacağımız bize müjdelenmiş.
O halde niçin aheste revlik edelim, niçin bedbinliğe düşüp zamanımızı lüzumsuz işlerde harcayalım?