İnsanı Allah’a yaklaştırmayan ilim, ilim değil, cehilden kötü bir beladır. İnsan, okudukça, düşündükçe, bir adım daha O’na (celle celâluhu) yaklaştığını hissetmeli; bir adım daha kendinden sıyrıldığını vicdanında derinlemesine duymalı; âdeta kendini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında, kemerbeste-i ubudiyetle Allah’a karşı ibadette bulunuyor gibi hissetmeli. Bilgiler, böylesine amele/hayata dönüştürülmeyince, sahibinin sırtında bir yüktür. Sâdî-i Şirazî diyor ki, “Bir insanın bilgisi, amele inkılap etmiyorsa, öyle biri, câhilin tâ kendisidir!” Bilgi, aksiyona dönüşmüyorsa, iç ve dış düzenimizi sağlamıyorsa, bizi ibadet ü tâat mevzuunda ve iç âlemimiz itibarıyla dizayn etmiyorsa, uhrevî/melekûtî bir peyzaja tâbi tutmuyorsa, -bence- o, sahibinin sırtında bir yüktür. Bir de “Niye bu kadar fuzulî şeylerle iştigal ettin?” diye öbür tarafta Allah, kişiye bunun hesabını sorar: “Sonuçsuz bir şey için niye bu kadar kafa yordun? Sonucu olmayan bir şey için niye şakak zonklattın? Neden bu işin arkasından koştun durdun?!.”